Piyano eğitimine Prof. Seçkin Gökbudak’tan özel dersler alarak başlayan Özgür Ünaldı, daha sonra Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi’nde Gülnara Aziz’in öğrencisi oldu ve bölümden 2006 yılında bölüm ve fakülte birincisi olarak mezun oldu. Bir sene sonra ise Moskova – Çaykovski Devlet Konservatuarı’nın doktora sınavını kazanarak Rusya devlet sanatçısı Prof. İrina Plotnikova’nın piyano sınıfında doktora öğrencisi olan Ünaldı, Moskova’da Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı’nın eğitim bursuyla okudu ve doktora çalışmalarını üç sene içerisinde, kendi ifadeleriyle “büyük tavizler vererek” tamamladı.
Ulusal ve uluslararası çapta birçok konserde, festivalde, ustalık sınıfında yer alan, solist olarak çok değerli şeflerle sahneye çıkan Ünaldı’nın kariyerindeki en önemli dönemeçlerden biri, Avusturya’da düzenlenen 17. Uluslararası Johannes Brahms Yarışması’nda ikincilik ödülünü kazanarak Turkiye’yi bu yarışmanın tarihinde piyano dalında ilk kez böyle bir skora ulaştırması oldu. Ancak söyleşimizde de fark edeceğiniz gibi son derece mütevazi bir kişiliğe sahip olan Ünaldı, “başarıların da geçici olduğunun” farkında. Hatta Avusturya’dan elde ettiği bu dereceyi ifade ederken, “Bu yarışma benim şanslı bir dönemime denk geldi. Üç turda da çalacağım eserlerin hemen hemen hepsi zaten hazır olduğum, sanatta yeterlik (doktora) sırasında öğrendiğim eserlerdi” diye anlatıyor. Ünaldı, bu yarışmaya hazırlanırken daha önce denemediği bir yönteme başvurmuş ve dinlendiği zamanlarda kafasının içinde kendi kendine çalmaya başlayan müziği “durdurmuş” ve bu sayede dinlenebilmiş. Ayrıca, kendisini her gün defalarca kaydederek çalışmış. “Bu ödül hayatımdan giden her şeyin bir nevi tesellisi ve çok mutlu bir andı. Ülkemi iyi temsil etmenin mutluluğunu yaşadım. Çalışmalarımın ve eğitimimin sanatsal açıdan yeterli düzeyde ve uluslararası temsil gücüne sahip olduğunu da gösteriyor. Fakat, başarılar geçicidir. Grammy ödülü, Oscar ödülü, Nobel ödülü… Bunlar bile geçici bence. Hiçbir ödülü olmayan müzisyenlerden neler neler öğrendim bugüne kadar. Aldığım ödüller ise bana neredeyse hiçbir şey öğretmedi” diye ekliyor değerli piyanistimiz.
Halihazırda Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda öğretim üyesi olan Ünaldı, bir yandan da oda müziği alanında son dönemde isminden sıklıkla söz eden Bosphorus Trio’da piyanosuyla harikalar yaratıyor. Bosphorus Trio’nun öncelikleri arasında; Türk bestecilerinin yazdığı tüm trio’ları seslendirmek ve tanıtmak var. Yakın dönemde çıkardıkları Naxos albümü ise bunun ilk adımı. Öte yandan, dünyaya yön vermiş bestecilerin eserlerine de özgün yorumlar getirmeyi hedefliyorlar. Ünaldı’nın ifadeleriyle, “yüzlerce kez kaydedilmiş eserleri “ilk kez dinleniyormuş gibi” bir etki vermek, onlara kendi imzamızı atmak” hedeflerinin arasında olsa da, “yolumuz henüz çok uzun” diyerek mütevaziliği elden bırakmıyorlar.
Klasik müzik tutkunu bir aileye doğması en büyük şanslarından biri olan Ünaldı, çocukluğunda ailesi ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası konserlerini dinlemek için günübirlik Konya’dan Ankara’ya gidip gelirmiş. Kendisi, ayrıca pandemi dönemini verimli geçiren müzisyenlerden biri. Birkaç ay önce bizlerle buluşturduğu “Alnar Çeşitlemeleri”, onun yıllardır ara verdiği bestecilik tutkusuna yeniden dört elle sarıldığının en hoş ifadelerinden oldu. Ünaldı’nın yakın dönem projeleri arasında, piyanist Gökhan Aybulus ile çalışmalarına devam etmek var. İkili birkaç ay önce, Sergei Rachmaninoff’un iki piyano üzerine bestelerinden oluşan repertuarları ile CRR dijital konserlerinde sahnedeydiler. Çalışmaları, Bach Cafe Dijital (https://www.bachcafe.com/tr/home) üzerinden de takip edilebilir.
Ünaldı ile genç müzisyenlere kurumsal destek mekanizmaları, oda müziğinin geleceği, yetenekli öğrencilerin mutlaka konservatuar sınavlarına katılmaları gereği, eşiyle kurduğu Ünaldı Ensemble’a, bir sanatçı için “alkışların” anlamına ve Beethoven’ın müziğinde caz elementlerine dek birçok ilginç ve sıradışı konuda keyifli bir söyleşi fırsatımız oldu. Okumanızı çok arzu ederim:

Müzik yolculuğunuz nasıl başladı? Hangi kritik aşamalardan geçerek günümüzde ismi oldukça saygın bir genç piyanist konumuna geldiniz?
Merhaba, bir piyanist-besteci olarak müzik serüvenim konservatuvarın o yıllarda bulunmadığı Konya’da başladı. Özel dersler aldım, müziğe kendimi henüz veremediğim uzun yıllar geçti. Ankara’da konservatuvara girdiğimde 14 yaşındaydım ve artık müziği hayatımın merkezine konumlandırmaya başladım. Mezuniyet sonrası Moskova – Çaykovski Devlet Konservatuvarı’nda lisansüstü, doktora çalışmalarımı bitirip yurda döndüm. Bu eğitim serüveni sancılı geçti, çok ama çok çalışarak, her şeyden ödün vererek başarılara ulaştım. Getirdiği kariyer başarılarının yanında götürdükleriyle de yüzleştiğim günlerden geçiyorum. Taviz verdiklerimi de kazanmayı umuyorum hayatta. Başarıların geçici olduğunu bilmek gerekir.
Küçükken çalmakta zorlandığınız eserler olduğunda ne yapardınız? O dönemde en çok severek çaldığınız eseri anımsıyor musunuz?
Hiçbir eser başından sonuna kadar çok zor değildir ama belirli yerleri çok fazla uğraştırır. Bu yerlerle mücadeleyi de her zaman kazanmanız mümkün olmayabilir, zamanla aşılır, bazen aylar değil yılların geçmesi gerekir. Eğitimimde en severek çalıştığım eseri belirlemek zor ama Mendelssohn’un “Ciddi Çeşitlemeleri” ve Çaykovski’nin ilk piyano konçertosu diyebilirim.
2010 yılında Avusturya’da düzenlenen 17. Uluslararası J. Brahms Yarışması’nda İkincilik Ödülü’nü kazanarak bu yarışmada ödül alan ilk Türk piyanist oldunuz. Bu yarışmaya hazırlanırken nasıl çalıştınız? Nasıl bir parça seçtiniz? Ve bu ödül sizde nasıl bir değişim yarattı?
Bu yarışma benim şanslı bir dönemime denk geldi. Üç turda da çalacağım eserlerin hemen hemen hepsi zaten hazır olduğum, sanatta yeterlik (doktora) sırasında öğrendiğim eserlerdi. Hazırlanırken de daha önce yapmadığım bir yöntem denedim. En önemlisi çalışmadığım zamanlar dışında, yani dinlenirken kafamda kendi kendine çalmaya, daha doğrusu “ötmeye” başlayan müziği durdurdum ve bu sayede dinlenebildim. İkincisi kendimi her gün defalarca kaydederek çalıştım. Bu ödül hayatımdan giden her şeyin bir nevi tesellisi ve çok mutlu bir andı. Ülkemi iyi temsil etmenin mutluluğunu yaşadım. Çalışmalarımın ve eğitimimin sanatsal açıdan yeterli düzeyde ve uluslararası temsil gücüne sahip olduğunu da gösteriyor. Fakat dediğim gibi, başarılar geçicidir. Grammy ödülü, Oscar ödülü, Nobel ödülü… Bunlar bile geçici bence. Hiçbir ödülü olmayan müzisyenlerden neler neler öğrendim bugüne kadar. Aldığım ödüller ise bana neredeyse hiçbir şey öğretmedi.
Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası eşliğinde Çaykovski’nin 1 numaralı piyano konçertosunu seslendirmiştiniz. Çaykovski piyano repertuarınızda neler ifade ediyor?
Bu öğrencilik yıllarımdaki bir konserdi. Aslında “eğitiminizde en çok sevdiğiniz eser” diye sorduğunuzda verdiğim iki yanıttan birisi, Çaykovski’nin bu eseri. CSO ile en son Pirolli yönetiminde ilginç bir Mozart deneyimimiz oldu. CSO deyince bence bu konserim daha anlamlı. İnteraktif, doğaçlamalı bir Mozart dinletmeyi amaçlamıştım. Çaykovski’nin 1 numaralı piyano konçertosu belki de her piyanistin çalmayı hayal ettiği bir eser. İnanılmaz gösterişli ve zorlu. O yıllarda eminim ki eksikleri olan bir yorum sergilemişimdir ama bir öğrenci için yeterli iyilikteydi diye hatırlıyorum.
Peki piyanoda çalmaktan en çok hoşlandığınız besteci ve eseri hangisi?
Yine zor bir soru. Mozart çalmayı çok seviyorum, besteci seçimim bu. Eser seçimim ise klişe olacak: Rachmaninov’un üçüncü piyano konçertosu.
Birçok müzisyenin hayalini gerçekleştirerek Moskova – Çaykovski Devlet Konservatuvarı’nda Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı’nın eğitim bursuyla doktora eğitimi almıştınız. Sizce müzisyenlere verilen kurumsal destek Türkiye’de yeterli mi? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Öncelikle Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı’na teşekkürlerimi sunma fırsatı verdiğiniz için sağolun. Eczacıbaşı o kadar çok sanatçıya destek oldu ki, olmaya da devam ediyor. Ben bu sorunuzu devlet bazında değerlendirmek istiyorum izninizle. Bir kere adı “Konservatuvar” olan okul sayısı çok fazla ve adının anlamından habersizler… Rusya gibi bir sanat merkezinde bile okumak için seçeceğiniz konservatuvar sayısı o kocaman coğrafyada 7-8’dir, o kadar. Türkiye’de kaç konservatuvar var bir bakın. En büyük kurumsal destek önce eğitimle başlar. Biz Bursa Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda bu ideali gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Hem sizin, hem okurlarımızın ziyaretini de bekleriz. Eksiklerimiz, yanlışlarımız var, bir kısmı elimizde, bir kısmı değil, diğer kurumlarda olmayan büyük başarılar, artılarımız, eksilerimiz de var. Gelişerek devam ettiğimizi rahatlıkla söyleyebilirim. Bugün Türkiye’de ilk 4-5 konservatuvarın içindeyiz.
Sorunuzu cevaplamaya devam edeyim, mezun olduktan sonra yurtdışına yönelmek isteyen çocuklarımız için devletin kolları sıvaması gerekir. Uzun zaman önce Harika Çocuk Yasası’ndan faydalanan çocuklar bugün 60-70 yaşına geldiler… Elbette hepsi de gurur duyduğumuz müthiş müzisyenler. Bu başarılar devlet sayesinde olduysa bugün de olabilir. Bu yasayı yürürlüğe tekrar koymak için de adının anlamını bilen konservatuvarlarla işbirliği yapılmalıdır. Bir öğrencinin müzisyen olabilmesi için konservatuvarda eğitim görmesine ihtiyacı vardır ama istisnaları da görüyorum, onları da destekliyorum.
Biz öğrencimiz olmayan yeteneklerle de iletişim kuruyor, onları yönlendiriyor, konservatuvarı tercih etmelerine de, etmemelerine de saygı gösteriyoruz. Eğer devlet, adını verdiği devlet konservatuvarlarıyla işbirliğiyle bu yasayı gerçekleştirirse inanılmaz sanatçıların çıkması hiç de zor bir olasılık değil. Zamanında şartlar daha zorken bile bu başarıldı. Konservatuvarlar dışında, bazı ticari özel girişimler, torpiller, araya adam sokmalar, kayırmalarla bu yasa tekrar uygulanırsa büyük haksızlıklar ve sakat sonuçları olur. Hem konservatuvar öğrencileri, hem de konservatuvar dışındaki özel ders alan öğrenciler seçilmiş nitelikli 5-6 konservatuvarlara başvurarak bu yasadan faydalanmalıdır.
Neden konservatuvar üzerinde diretiyorum? Çünkü bu işin uzmanları büyük çoğunlukla oralarda. Elbette konservatuvarda olmayan ve harika çocuklar yetiştiren kurslar olabilir ancak özel girişimlerin sayısı çok fazla, üstelik konservatuvarlar gibi ücretsiz değiller yani paralı ve öğrencilerini seçmek zorunda olmayan bir sisteme sahipler. Zaten işini hakkıyla yapan özel girişimlerin temsilcilerine de kapımız sonuna kadar açık. Onlardan fikir almadan bu proje eksik kalır. Elimizde şu anda hazır olan, adında da “devlet” olan kurumlardan işe başlamak gerekir. Konservatuvarları eksikleri sebebiyle yıpratmak bir çözüm değil. Yapıcı değil yıkıcı fikirler öne sürenler var. Söylediklerinden çok onlara üzülüyorum. Kendisiyle mi kavga ediyor, babasına mı kızıyor, devlete mi kızıyor ayırt etmek imkansız. Neyle mücadele ettiğini anlayamıyorsunuz ifade tarzlarından. Öne sürdükleri ideal modellere kimsenin bir diyeceği yoktur ancak bunun gibi modellerin uygulanması için yine de konservatuvarlara başvurmak zorundalar. Bunu umarım bir gün idrak ederler. Biz de eksiklerimizi biliyoruz ama bağıra çağıra, kavga ederek bu eksikleri gidermek olanaksız.
Şimdi iğneyi batıralım kendimize: Konservatuvarların en büyük eksiği birlik olamamaları. Hangi kuruma sorsan kendisi haklı, diğeri haksız. Bu çocuksu ve saçma kavgalar yıllardır devam ediyor, aslında belki de her kurumda bu böyle. Belediyeler, üstelik aynı partinin belediyeleri bile bir yarış, kavga içinde. Üstlerinden bir azar işitince kavgalarını örtbas ediyorlar ama sorunu çözemiyorlar. Çocuk kalmış bir yöntem. İşte kritik eksiğimiz bu: İletişim. Bu olamadan güzel sorunuzda geçen problemler çözülemez. “Devlet” deyince insanlar hemen kendini dışarıda bırakıp “devlet”i ayırıyor. Halbuki “devlet” biziz. Haydi buyur fikir üret, çalış, yap. Yapanlar nasıl yapabiliyor? Sorunları terör estirerek halletmeye çalışmak aslında en iyi ihtimalle sözü edilen sorunlara geçici yamalar yapmak, kökenine inememek demek. Aslında kendi özelimizdeki içsel, bireysel sorunlarımızı çözemediğimizin de bir kanıtı. Büyümemiz gerekiyor. Bunlar da lafta kalacak sanki… ama “ülkeyi kurtarmak” dediğimiz boş ritüeli gerçekleştirmiş olduk.

Birçok konser verdiniz. Peki sizi en çok büyüleyen konser salonu hangisi oldu?
Beni en çok büyüleyeni elbette Moskova’da her öğrencinin sınav verdiği ve müthiş öğretmenlerin, virtüözlerin çaldığı “Küçük Salon” olabilir. Bir de ortam ve konserden duyduğum mutluluk açısından düşününce Kırgız Ulusal Filarmoni Salonu geliyor. 1960’ların Rusya’sında konser vermek gibiydi. Zamanda 50 yıl öncesine yolculuk yaptım. Prova aralarında telefonlarına bakmayan, domino oynayan insanlar, eski bir salon, büyülüydü gerçekten. Ama bundan çok daha büyüleyici salonlar vardır. İleride yolum oralara da düşünce soruyu tekrar cevaplayacağım.
Bosphorus Trio’da bu röportajla birlikte üç değerli müzisyenle de tanışmış oldum. Nasıl bir araya geldiniz ve hedefleriniz nedir? Biraz da onlardan bahsedelim.
Her teklife “evet” diyerek çok fazla dağıldığım bir dönemde öyle bir raddeye geldim ki, artık her teklife “hayır” demeye başladım. İşte tam da böyle bir zamanda Çağlayan aradı telefonla. Adı olan bir oda müziği grubu kurma fikri hiç de dağınık bir fikir değildi, tam tersine oraya buraya koşturmamı önleyecek, enerjimi konsantre bir yerde toplamamı sağlayacaktı. Pek de düşünmeden “evet” dedim. Sonra kendime de şaşırdım, her şeyi reddedip bu fikre neredeyse düşünmeden katılmıştım. Özgecan ve Çağlayan benden daha iyi müzisyenler çünkü piyanist değiller. Ben de onlardan daha iyiyim çünkü piyanistim. Bu aslında çelişen saçma fikirler değil, birbirini zıtlıklarıyla geliştiren fikirler. Birbirimize olan tavsiyelerimizi ederken sadece müzik adına, müziği düşünerek konuştuğumuz için enstrümanlarımız ikinci planda kalıyor. Dolayısıyla daha önce piyanodan çıkaramadığım sesler benden isteniyor, beni bu çok geliştirdi. Aynı durumu Özgecan ve Çağlayan’ın da tecrübe ettiğini düşünüyorum. Hedeflerimiz ise başta bize çok büyükmüş gibi gelirdi ama kafaya koyunca onların sadece yolumuz üstündeki duraklar olduğunu anladık. Çok mesai, zaman, para, enerji harcadık ama hedeflerimizi adım adım gerçekleştiriyoruz.
Önceliklerimizden birisi Türk bestecilerimizin yazdığı tüm trio’ları seslendirmek ve tanıtmak. Naxos albümümüz bunun ilk adımı. Bununla beraber “klasikler” diye tabir ettiğimiz dünyaya yön vermiş bestecilerin eserlerine yeni bir soluk getirecek kadar özgün çalabilmek. Bu çok zor tabi ki. Yüzlerce kez kaydedilmiş eserleri “ilk kez dinleniyormuş gibi” bir etki vermek, onlara kendi imzamızı atmak, hedeflerimiz arasında. Beethoven, Mendelssohn, Dvorak gibi bestecileri çalarken o bestecilere daha da yakınlaşmak… Bugüne kadar efsane Alban Berg Quartet’in keman sanatçısı Günter Pichler de dahil olmak üzere Beethoven, Dvorak, Mendelssohn yorumlarımıza gelen tepkiler hedeflere doğru gittiğimizi gösteriyor. Pichler Beethoven’ın ünlü “Ghost” adlı trio’sunu bizden dinlerken göz ucuyla ona bakıyorduk. Notada yazmayan ama müziğin istediği bir espriyi yaptık, yavaşladık, duracak gibi olduk ve hızlandık, hem de Beethoven gibi “katı” diye sanılan bir bestecide bunu yaptık, konservatuvarın dışındaydık!… Karşımızda Pichler var ve nota elinde, çok heyecanlı bir andı. Kaşlarını kaldırdı, gözleri büyüdü ve gülümseyerek eşine baktı. Bizimle çalışırken o yoruma asla dokunmadı ve genel beğenisine de böyle dokunuşlarımızın olumlu yansıdığını tahmin edebiliyoruz. Ama şimdi ben kalkıp da: “Yani gördüğünüz gibi bu hedeflere ulaştık, çok özgün çalıyoruz” dersem, buna önce ben gülerim. Yolumuz çok uzun.
Peki bu projenizden yola çıkarak, Türkiye’de oda müziği alanındaki sizinki gibi bazı girişimlerin ötesinde çok yaygın bir ilgi olmadığı söyleniyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Eşinizle kurduğunuz Ünaldı Ensemble örneğin oda müziğinde viyola-piyano ikilisinin en güzel örneklerinden biri olarak kabul ediliyor.
Türkiye’de çok değerli oda müziği grupları var. Bizden önce kurulmuş, sonra da kurulan, kurulacak… Diğer gruplardaki meslektaşlarımız işini iyi yapan insanlar. Oda müziği senfoni gibi kalabalık ve gösterişli bir alan değil. Görüntüsü bile sade. Tüm dünyada bu sadelik elbette daha az dikkat çekiyor, ülkemizde de öyle. Halbuki ortaya çıkan müzik daha az derin, daha az önemli değil. Özellikle nüfusu dördün altındaki grupların yani trio’nun ve duo’nun biraz daha farklı bir büyüsü var, her enstrüman solist, çaldıkları partiler de öyle. Çok doğru olmayacak ama sadece fikir vermek için, iki veya üç solistin aynı anda çalması gibi genelleyebilirim duo ve trio oluşumunu. Eşimle de viyola-piyano ikilisi olarak genelde yurtdışında konserler veriyoruz. Finlandiya, Rusya, Amerika, İspanya’daki resitallerimiz beğeni topladı. İstanbul’da ise Notre Dame de Sion’da çalmıştık en son, salgından önceydi. Güvendiğimiz müzisyenlerden son derece olumlu geri dönüşler aldık. Elena’nın tonu çok beğenilir, böyle bir viyolacıyla çalmak büyük mutluluk. Eşimle yeni kayıtlarımız “Bach Cafe Dijital” adlı platformdan satışa çıkmaya başladı. Schubert’in “Arpeggione” sonatı ve benim yeni bestem “Alnar Çeşitlemeleri”ni bu platformdan, “www.bachcafe.com adresinden edinebilirsiniz.
Zor bir soru: Piyanonuza eşlikçi olarak bir enstrüman seçip bir ikili kurmanızı istesem hangi enstrümanı ve neden seçerdiniz?
Eğer piyano eşlik edecekse viyola, çello ve kemanı tercih ederim. Eğer piyanoya eşlik edilecekse yine başka bir piyanoyu tercih ederim.
Müzik tarihinde vazgeçilmez kompozitörleriniz ve piyanistleriniz hangileri?
Bestecilerden başlıyorum: Mozart, Beethoven, Ravel, Rahmaninov, Kapustin, Ferit Alnar. Yorumcular ise: Volodos, Argerich, Sokolov, Plotnikova, Nersesyan. Bu listelerde kesinlikle unuttuklarım çıkacaktır…
Solo piyano için besteler yazdınız ve çeşitli çalgılar için düzenlemeler hazırladınız. Bunların hikayesini de biraz anlatır mısınız?
Bestecilik benim 15 yıl önce ara verdiğim bir mesleğimdi. Covid-19 salgını Türkiye’de başlamadan önce besteciliğe tekrar başladım ve op.3, “Alnar Çeşitlemeleri”e, son halini salgın sırasında verdim. Nota kitabı “Notacini Yayınları” tarafından basıldı, kaydı da “Bach Cafe Dijital” de yayınlanıyor. İçime sinen, çok uğraştığım bir çalışmam. Devamı da artık gelecek. Önceki bestelerimi de temize çekip yayınlamayı düşünüyorum, bu arada yeni bir esere daha başladım. Yani bu meslek artık hiç olmadığı kadar benimle. Hayatımda ifade etmekten kaçtığım, korktuğum her şey için notaların hatta kelimelerin (şiirler yazardım) imdadıma yetiştiğini fark ettim küçükken. Bunlar yarım kaldı. İfade edemediklerimi anlatacağım yeni bir döneme giriyorum. Bu bestelerime doğrudan yansıyacaktır.
Bursa Uludağ Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda sürdürdüğünüz akademisyenliğinizde, piyano konusunda kendi özgün yollarından ilerlemek isteyen öğrencilerinize ne tür tavsiyelerde bulunuyorsunuz?
Kendilerine sıklıkla “nasılsın, nasıl hissediyorsun?” diye sorsunlar ve cevaplasınlar. Bu hiç kimse için kolay değil, bir sanatçı adayı için çok daha zor. Meslek itibariyle eğitimi kendine özgü ve kendini beğendirme üzerine kurulu bir hayata hazırlanıyorlar. Müzisyen kendini ifade eder ve sonunda hep alkışlanır. Bu alkışlar bizi beğendirmek için çalışmaya, hatta yaşamaya zorlar. Alkış hiç olmasaydı daha sağlıklı yetişebilirdik ama sanırım bu mümkün değil. Hatta kendinden geçip de hayranlıktan “bravo” diye bağıran, çığlık atan seyirciler insanı o kadar da iyi etkilemez aslında. Mutluluktan uçurur elbette ama müzisyen sonrasında da bunu arar olur, buna bağlanır, yani iyi etkilemez. Ama kendine nasıl olduğunu soran, nasıl hissettiğini soran bir müzisyen için hayranların kendinden geçmeleri ikinci planda kalır, bunlara bağlanmaz, sağlıklı yetişir.
Klasik müzik alanından uzaklaşıp özellikle pop yıldızlarının hayatlarına bir bakın, şöhret olanların büyük çoğunluğu prova ve konserlerinin dışında bağımlıdır. Fiziksel sağlığa zararlı bağımlılıklar. Bunun sebebi keyif veya “hayatı yaşamak” falan değil, bu kurnaz bir aldatmaca. Bunlar aslında gerçeklerden bir kaçıştır. Mutlu değillerdir. Hani bir klişe var ya, “parayla mutluluk olmaz” diye, bunu anlamak kolay değil. O kişiler ise bunu çok iyi anlıyor. Klasik müzikte ise hayranları kendinden geçen bir dinleyici topluluğu pek yoktur, bu yüzden onların bağımlılıkları biraz daha hafif ve daha az zararlıdır. Yine de bağımlılıktır ama. Sürekli alkış ihtiyacı hissetmek ne kadar yorucu. Halbuki kendi hislerine odaklansa ve bunu başkalarıyla paylaşsa ne kadar da farklı olacak hayatı. “İyi hissetmiyorum” diyebiliyorsa bile çok şanslı. Kuru ve rutin “iyiyim”ler aslında içi boş yalanlar. İnsanların çok azı gerçekten “iyi” hissediyor.
Aralık 2020’de, doğumunun 250.yıldönümünde Türkiye’de Ludwig Van Beethoven Sempozyumu düzenlediniz. Müzik tarihinde sizce Beethoven’ı eşsiz kılan nedir?
Trakya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın düzenlediği sempozyum benim açımdan hiç tahmin edemeyeceğim bir şekilde evrildi. Sevgili Ersin Antep telefonla arayıp sempozyuma bir bildiriyle katılmam konusunda bir teklif yapınca memnuniyetle kabul ettim. Konu Beethoven’dı elbette ama Beethoven’ın hangi yönü, hangi özelliği? Ben düşünmeden yazmaya başladım ve ortaya “Beethoven: Bir Piyanist ve Besteci” adlı bildirim çıktı. Bildirimin sonunda Beethoven’ın müziğinde caz elementlerini anlatıyordum, hiç tahmin edemeyeceğim bir evrilmeydi, sanırım Beethoven’ı eşsiz kılan özelliği de bu. Bunu ilk duyduğunuzda doğal olarak saçma gelecek çünkü caz müziğinin ortaya çıkması daha sonra gerçekleşti. Yine de yarım saatlik bildiriyi izleyip öyle değerlendirilmeyi beklerim. Benim bildirime ve tabi ki tüm bildirilere “Geleceğe Köprü” Youtube kanalında ‘videolar’ sekmesinden ulaşılabilir. 8 saat 50 dakikalık bir video, tüm sempozyum var. 6. saatten itibaren de benim bildirim bulunmakta.
Müzik tarihi demişken, bir hakkınız olsa müzik tarihinde hangi dönemde yaşamak isterdiniz ve neden?
Şu anda yaşamak gayet yeterli. Müzik tarihi sapkın bir yöne doğru ilerlerken buna tanık olup düzeltmek için çabalamak güzel. Tarihteki müzik gelişimi son derece sağlıklıydı zaten.
Pandemi dönemini nasıl geçirdiniz? Müziğinizi nasıl beslediniz? Konser salonlarından ve akademi kürsülerinden uzak kalmak, motivasyonunuzu etkiledi mi biraz?
Ara verdiğim besteciliğe devam ettim, “Alnar Çeşitlemeleri”ne son halini verdim. Solo olarak, eşimle, trio ile, Gökhan Aybulus ile iki piyano olarak videolar yayınladık evlerimizden. Motivasyonum iyi yönde etkilendi diyebilirim. Hayatını kaybedenler için çok üzülüyorum, hayatta kalanlar için ise her şey değişti ve daha güçlü, kendi seslerini daha çok dinleyen bireyler oldular. Yani komplo teorilerinin boşa çıktığı nokta da bu. Artık daha bilinçli nesiller yolda. Evet, asosyalleştik ama hiç olmazsa asosyal özümüze döndük. Duygularımızı asla paylaşamadığımız sosyal fanus’larda kendimizi sosyal hissetme aldatmacasından daha iyi. Şu anda rutinimiz elimizden alındı ve geriye çırılçıplak kendimiz kaldık. Kaybettiklerimizin yasını tutarken bir suçlu aramak insani bir davranış, doğal elbette, kızmak için de bir fikir bulmak, komplo teorisi mesela, günah keçisini bulduk. Gerçekler bence bundan çok uzak.
Repertuarınızda Gershwin’den Rhapsody in Blue de var. Klasik müzik ve caz uyumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
İşte bu uyuma bayılıyorum! Bir uyum değil zaten aynı müzik ikisi de. Besteciler birbirlerinin eserlerindeki detaylara biraz daha önem verseydi Gershwin’den daha önce klasik müzik zaten romantik dönemini caza evrilmiş bir şekilde yaşayacaktı belki de. Adı da caz değil, sadece romantik dönem olacaktı kim bilir? Afrikalı bestecilerin epeyce ses getireceği bir romantik dönem hayal edin! Peki ne oldu, bu biraz gecikti ve kıta değiştirdi, yepyeni ama ezilen bir kültürün güçlenen sesi oldu, bu yüzden de bambaşka bir temelde ortaya çıktı. Yani Avrupa’da romantik dönem Schubert ile eski kurallarla kapıdan içeri girerken caz yeniden icat edilmiş bir yoldan devam etti kurulumuna. Elbette bu icat, kurallar sıfırdan başlamadı, klasik müzik teorisiyle benzerlikleri vardı. Afrika müziğindeki modlar, ritimler bu kuralları öyle bir değiştirdi ki, yeni bir türün çıkması kaçınılmaz oldu. Halbuki cazın kıpırtıları çoktan başlamıştı Avrupa’da, Amerika’da temelleri atılmadan daha önce. Bu kıpırtılar öylece kaldı, dikkate alınmadı. Amerika’da ise caz adını almasının, bir kültür olabilmesinin hüzünlü bir hikayesi var. Caz köleliğin bir ifadesi, paylaşılamayan acıların onurlu ve olgun bir sesiydi.
Peki sizce Türkiye’de caz piyanistliği yeterince ilgi görüyor mu? Konservatuvarlarda bu alanda bir yönlendirme var mı?
Yeterli bir yönlendirme yok, hatta korkanlar falan var caz müziğinden. “Öğrencilerimiz klasik müziği bırakıp ya caza geçerse?” Ne kadar cahilce. Hepsi klasik müziği bırakıp caza geçse ne olacak? Ben alkışlarım. Bu kötü mü? Böyle bir istatistik elbette zor ama olsa da ben bundan asla rahatsız olmam. Caz müziği de klasik müzikten destek alarak, klasik müziği irdeleyerek, öğrenerek ortaya çıktı tarihte, kendi yolunu çizip başka bir kültür oldu. Öğrenciler de klasik müzik öğrenip caza yönlenip kendi yolunu çizebilir… Bu yönlenme konservatuvarlarda da olabilir ama Caz Ana Sanat Dallarının sayısı çok az, yok gibi. Ama biliyor musunuz? Bursa’da bizim öğrencilerimizden caz müziğine yönelenler az da olsa vardı ve biz destekledik. Destek alınca mutluluklarını görmeniz lazımdı… Hatta lisans diplomalarını alıp da başardılar bunu sonradan, bir şekilde. Çok da mutlular, başarılılar, yolları açık olsun. Sima’ya, onu yetiştiren Murat Caf’a selam olsun buradan. Öğrenciler yeter ki bir yol seçsinler, yol seçmediklerin de, işte o zaman korkmamız, üzülmemiz lazım.
Üstün yetenekli ama yeterli ekonomik kaynakları olmayan ailelerden olan çocukların müzik dünyasına kalıcı şekilde kazandırılmaları için sizce ne tür mekanizmalar devreye girmeli?
Bu zor değil. Devlet Konservatuvarları zaten ücretsiz eğitim veren okullar. Adını hak eden konservatuvarlarda öncelikle nitelikli eğitim olmak üzere gerekli her türlü desteği bulacaklardır. Enstrümansa enstrüman, burssa burs, her eksiklerini kapatırlar.
Yakın dönem planlarınız ve hayalleriniz neler?
Gökhan Aybulus’la iki piyano olarak projelerimiz var. Ben de daha çok kayıt yapmak istiyorum. Bach Cafe Dijital’i takip edebilirsiniz. Bu arada tabi ki daha çok bestem de yolda.