Poyraz Baltacıgil: “Sahne benim evim gibi, kendimi en huzurlu hissettiğim yer”

Genç çellist Poyraz Baltacıgil, kendi tabiriyle “müziğin içine doğan” şanslı çocuklardan oldu. Hatta üç yaşında ilk keman dersini alırken, kemanın üzerinde uyuyakalacak kadar da herşeye erken yaşta başlamış bir üstün yetenekli genç. Kemandan sonra abisinin viyolonseline öykünmeye başlayan Poyraz, birkaç sene sonra konservatuarda viyolonsel çalışmaya başlamış. Müzisyen ağırlıklı bir ailede büyüyen Poyraz’ın çocukluğu Atatürk Kültür Merkezi’ndeki konserlerde ve provalarda geçmiş. Dolayısıyla, müzik ve sahne onun hep bir parçası olmuş.

“Sahne benim evim gibi. Kendimi küçüklüğümden beri sahneden daha huzurlu ve rahat hissettiğim bir yer bilmiyorum. Çünkü orası, benim insanlarla gerçek anlamda iletişim kurabildiğim bir yer. Ben viyolonseli, veya viyolonsel beni bırakana kadar sahnede olmayı diliyorum” diye ifade ediyor enstrümanı ve sahneyle arasındaki o güçlü bağı ve etkileşimi.

Viyolonsel eğitimine 2000 yılında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda başlayan Baltacıgil, çalışmalarını 2005 yılından sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda sürdürmüş. Genç sanatçı orkestra ile ilk solo performansını da görece çok erken bir yaşta, 13 yaşında İstanbul Filarmoni Orkestrası ile Hakan Şensoy şefliğinde sergilemiş ve müzik camiasının ilgisini üzerine çekmiş. O ilk sahne deneyimini şu şekilde anımsıyor: “İyi ki o gün öyle heyecanlanmışım da heyecanın ne olduğunu ve nereye kadar yararlı olabileceğini öğrenmişim.”

Yo-Yo Ma, Alexander Rudin, Natalia Gutman, Steven Isserlis gibi dünya çapında çellistlerle çalışma fırsatı bulan Baltacıgil, 2015 yılında Donizetti Klasik Müzik ödüllerinde Yılın Genç Müzisyeni ödülünü aldı. Unutamadığı konserler ve konser salonları ise, Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile yaptığı turnelerde Viyana’daki Musikverein, Amsterdam’daki Concertgebouw ve İzmir’de Ahmet Adnan Saygun Konser Salonu oldu.

Kadıköy Belediyesi tarafından pandemi sürecinde herhangi bir sabit geliri olmayan ve ekonomik olarak zor bir dönemden geçen müzisyenlere destek olmak amacıyla kurulan Kadıköy Belediyesi Pandemi Orkestrası’nda da yer alarak sosyal dayanışma örneği gösteriyor Poyraz Baltacıgil. Bir yandan da Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası için dijital konserlere devam ediyor.

Baltacıgil ile söyleşimizin her kelimesi birbirinden değerli. Ancak Türkiye’de müziğe verilen önem, kültürel yoksunluk gibi toplumsal açmazlarımızı, gençlerin perspektifinden çok güzel değerlendiriyor: “Bulunduğumuz güzeller güzeli ülkenin mevcut şartlarında gerçekten kafası rahat, %100 müziğe odaklanmış olarak yaşamak şu anda pek kolay değil. Elimizdeki yeteneği işleme, huzur sağlama ve tanıtma konusunda ciddi eksikliklerimiz var” diyen Baltacıgil, bu alandaki altyapı eksikliğine dair çok değerli tespitlerini paylaşıyor.

Bu değerli genç çellistimizle, Giuseppe Donizetti’den müzisyen bir aileye doğmanın güzel sonuçlarına, kedilerden yelkenciliğe dek çok geniş bir yelpazedeki söyleşimizi aşağıda bulabilirsiniz.

Kendinizi biraz tanıtır mısınız? Müzik yolculuğunuz kaç yaşında nasıl başladı?

Ben gerçekten müziğin içine doğdum ve müziğin içinde büyüdüm. Genellikle 6-7 yaşında başlanan müzik öğrenme hayatına 3 yaşımdayken atıldım. Annem ve babam, beni çok değerli bir keman hocası olan Venyamin Varşavski’ye keman dersine götürmüştü. Fakat ben daha ilk derste kemanı tutarken, kemanın üzerinde uyuyakalmıştım. Aslında müziğe başlama hikayem tam olarak bu şekilde. Daha sonra bana viyolonseli ve müziği gerçekten sevdiren kişi en büyük abim Efe oldu. Kendisi evde viyolonsel çalışırken başından ayrılmazdım, konserlerini çok büyük heyecanla izlerdim. 3 yaşındaki bir çocuğun boyu, kolları ve parmakları viyolonsel çalmaya henüz hazır olmadığından dolayı babam, benim için küçük bir viyolaya tahtadan bir pik takmıştı. O küçük enstrümanla kendimi viyolonsel çalıyormuş gibi hissediyordum. Tabii çıkan sesler etrafım için bir eziyetti. Biraz büyüyüp 6 yaşıma geldiğimde, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda Hakkı Öztürk ile yarı zamanlı olarak viyolonsel çalışmaya başladım. Bu sırada keman sanatçısı annem her hafta operada, yine kontrabas sanatçısı babam her hafta senfonide çalarken beni de konserlere, provalara götürürlerdi. Dolayısıyla benim küçük çocukluk hayatım evde ve Atatürk Kültür Merkezi’nde geçti diyebilirim.

Çello ve kontrbas seslerinin hakim olduğu, klasik müzik dünyasında saygın bir yeri olan Baltacıgil ailesine gözlerinizi açtınız. Bu sizi küçük yaşlardan itibaren müziğe zımni olarak iten bir durum mu oldu? İçinizdeki çello sevgisi ve yeteneğini ilk ne zaman, kim ve nasıl keşfetti? 

Büyük abim Efe, mezuniyet senesinde A. Dvorak’ın viyolonsel konçertosunu titizlikle çalışırdı. Onun çalışmasından sonra ben, aynanın ve bazen de kameranın karşısına geçer, elimdeki uydurma bir keman arşesini sağa sola savurarak tüm konçertoyu bağıra çağıra ezbere söylerdim.  Bu ve bunun gibi davranışlarımdan dolayı ailemin bendeki yatkınlığı farketmesi pek zor olmadı. Ailemden kimse beni müzisyen olmam için zorlamamıştır. Tam tersi, kendileri beni müziği sevmem için rahat bıraktı, bana müziğin güzelliklerini gösterdiler. Bu kadar müzisyenin olduğu bir ailede müziğe kayıtsız ve ilgisiz kalmak elbette zordu, farkındayım. Mutlaka onlar müzisyen diye ben de etkilenmişimdir ve o yola girmişimdir. Ama bu bir baskı veya zorunluluktan dolayı gerçekleşmedi.

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki Konservatuar eğitimi size neler kattı? 

MSGSÜDK, son derece değerli bir geçmişi, hocaları, birikimi olan bir konservatuvar. 11 yaşımda orta okul öğrencisi olarak girdiğim ve 21 yaşımda üniversiteden mezun olduğum okulumda çalıştığım tüm öğretmenlerimden değerli birikimler edindiğimi düşünüyorum. Çok değerli viyolonsel öğretmenim Dilbağ Tokay, bizlere yüksek kalitede viyolonsel dersi vermekle kalmayıp, yarışmalara, masterclass’lara, Türkiye’ye konsere gelen büyük çellistlerle 1-2 saatlik derslere, buluşmalara ve daha bir sürü önemli etkinliğe götürürdü. Solfej, armoni ve müzik formunda da birçok değerli öğretmenden aldığımız eğitim de gerçekten çok üst seviyedeydi. Bunların dışında o zamanlar okuldaki gerçek konservatuvar havasını yaşadığım için çok şanslı ve mutlu hissediyorum. Açıkçası öğrenciliğimi özlüyorum.

Sizde en çok iz bırakmış birkaç yarışmadan ve ustalık sınıfından söz edebilir misiniz? 

Buna cevap vermek gerçekten zor. İyice düşündüğüm zaman sanırım 13 yaşımdayken Sofya’da üçüncü olduğum uluslararası yarışmayı ve Yo-Yo Ma ile tanışmamı, sonrasında kendisi ile çalışmamı söyleyebilirim. Bu iki anı, benim için gerçek anlamda dönüm noktası.

2015 yılında Donizetti Klasik Müzik ödüllerinde Yılın Genç Müzisyeni ödülünü almıştınız. Giuseppe Donizetti’nin Osmanlı’da klasik müziğin gelişimi açısından nasıl bir etkisi oldu sizce vaktiyle? 

Kendisinin 19. Yüzyıl’da Osmanlı Devleti için kurduğu bando orkestrası, bugün Türkiye’nin en önemli orkestralarından biri olan CSO olarak devam ediyor. İtalya’dan İstanbul’a gelirken, askeri bando orkestrası için gereken birçok klasik Batı müziği enstrümanını ve iyi İtalyan müzik öğretmenlerini İstanbul’a getirmesi klasik müziğin ülkemizde iyi yerlere gelmesinin temelini oluşturuyor. Daha bir sürü önemli icraatı bulunan Donizetti, “paşa” unvanını haketmiş.

Fotoğraf: Ercan Küçükaslan

Orkestra ile ilk solo konserinizi 13 yaşında verdiniz. Heyecanınızı anımsıyor musunuz? 

Evet, sahneye alışmak için bir yerden başlamam gerekiyordu. İyi ki o gün öyle heyecanlanmışım da heyecanın ne olduğunu ve nereye kadar yararlı olabileceğini öğrenmişim.

Bir zaman makineniz olsa ve sizi X zamanına ışınlayabilsem, müzikal anlamda hangi dönemi tercih ederdiniz? 

Barok, rokoko ve klasik dönemleri tercih ederdim. Barok ve klasik eserleri çalarken, hep o döneme özgü tınıları ve çalma stillerini hayal ediyorum. Sanırım bazı sorularıma cevap bulmam için gitmem gereken dönem o yıllar olacaktır.

Türkiye’deki klasik müzik eğitimi sizce Batı ile kıyaslandığında ne noktada? Eksikleri, artıları neler? 

Batı ile kıyaslamayı neredeyse her gün, her saat bilinçli veya bilinçsiz olarak yapıyorum. Ancak bence gerçekçi bir kıyaslama olması için önce ülke olarak müziğe olan yatırımımızın ve verdiğimiz değerin, Batı’nın yaptığıyla benzer veya eşit olması gerekiyor. Bulunduğumuz güzeller güzeli ülkenin mevcut şartlarında gerçekten kafası rahat, %100 müziğe odaklanmış olarak yaşamak şu anda pek kolay değil. Elimizdeki yeteneği işleme, huzur sağlama ve tanıtma konusunda ciddi eksikliklerimiz var. En büyük ve tarihi şehirimiz İstanbul’da özgün, konser yapma amacıyla yapılmış salonumuz çok az. Klasik Batı müziğinin en başta bizim ülkemizde geleneksel olmaması, Avrupa’ya göre çok daha geç tanınması ve oturtulması gerçeğinden dolayı belki de biraz geriden geliyor olabiliriz. Konservatuvarların binalarından olma korkusuyla eğitim verdiği bir dönemde, verilen eğitimin kalitesi ve yeterliliği ne düzeyde olabilir? Yine çok köklü ve isimli, değerli konservatuvarların kendi konser salonunun olmaması, öğrencilerin konser vermeye alışkın olmayıp bu konuda iyice körelmesine sebep oluyor. Avrupa’da, bizdekilerden çok daha küçük bir konservatuvarın bile bir konser salonu var. Bu tarz eksiklikleri bilinç ve doğru adımlarla gidererek, bizim ülkemiz de çok yüksek yerlere gelebilir.

Müzikte yetenek ve genetik yatkınlık sizce başarı için iki başlangıç kriteri mi? Çalışkanlık ve yetenek arasında nasıl bir denge olmalı? 

Başlangıç için en önce istemek ve müziğe aşık olmak gerekiyor, kesinlikle böyle düşünüyorum. İnsanların yapıları farklı olabilir. Bazı insanlar tamamen deli gibi çalışmayı yeteneğiyle birleştirerek çok büyük işler yapıyorlar. Ama çok isteyip, müziğe aşık ve araştırmacı bir şekilde, verimli ve düzenli çalışarak, kendinize iyi bakarak ve yine yeteneğinizle çok özel ve büyük işler yapabilirsiniz.

Çello çalmadığınız zamanlarda ne yaparsınız? 

Bulunduğum yer neresiyse oranın az bilinen yerlerini, ara sokaklarını saatlerce gezme gibi bir zevkim var. Genel olarak her yeri gezmeyi çok seviyorum. Spor yaparak sağlıklı yaşamaya çalışıyorum. Müzikten bazen birkaç saat, eğer becerebilirsem birkaç gün kopabildiğim anlar olunca vaktimi müzikten en alakasız şeylerle dolduruyorum. Babam ve abilerim kadar yüksek seviyede olmasa da denizi ve yelkenciliği seviyorum. Azavedo ve Orfala adında iki tane küçük yelkenlimiz var. “AKM’de büyüdüm” derken Azavedo’da büyüdüğümü söylemeyi de unutmuşum. Deniz bana iyi geliyor, ara sıra bizimkilere katılıp yelken yapıyorum. Bunun dışında da kedi ve doğa aşığıyım.

Çello’nuzla şu ana kadar dinleti düzenlediğiniz en sıradışı yer neresiydi?

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile yaptığımız turnelerde Viyana’daki Musikverein ve Amsterdam’daki Concertgebouw salonlarında çaldığımız konserleri unutamıyorum. Konser salonu olarak düşünmezsek kontrabasçı abim Fora ile çok eski bir sarnıç olan Şerefiye Sarnıcı’nda yaptığımız konserde de atmosfer çok etkileyiciydi. Freiburg’da okurken konser yaptığım birkaç kilise de beni etkilemişti.

Klasik müzik çalışmalarınız sırasında herhangi bir kurumsal destekten, fon veya burstan yararlandınız mı? Özel sektör destekleri müzisyenler açısından nasıl avantajlar ve varsa dezavantajlar doğuruyor?

Evet, Freiburg’da okurken özel bir kurumdan burs yardımı almıştım. Ülke olarak ekonomik anlamda sıkıntılarımızın arttığı bir dönem yaşıyoruz. Bununla eş zamanlı olarak çoğu harika genç müzisyen yurtdışında çok iyi okullarda okumaya hak kazanıyor. Öğrenciyken kendi yaşantısını sağlama almak ve rahatça okuluna odaklanabilmek için her öğrencinin desteğe ihtiyacı olduğu çok açık. Bazen harika bir okulu kazanan bir müzisyenin, sadece burs bulamadığı için gidemediğini ve planlarını iptal etmek zorunda kaldığını duyunca çok üzülüyorum. Bu konuda çok güzel çalışmalar yaparak destek sağlayan kurumlara sahibiz. Umarım gelecekte bunlar gibi kurumlar artar ve daha çok genç müzisyen, kendisini istediği düzeyde geliştirebilmek için sahip olması gereken desteği alır.

Harika Çocuklar Yasası, geçmişte olduğu gibi işletilse sizce kültür dünyamızda nasıl değişimler olurdu?

Kesinlikle çok daha fazla konser, albüm, proje yapan, üreten ve dünya ile bağlantısı kopmayan müzisyenlere sahip olurduk. O zaman için muhteşem bir yasa olduğu kadar şimdilerde de son derece ihtiyaç duyulan bir düşünce olurdu.

Yurtdışı çalışmalarınızdan ve yurtdışı hayallerinizden söz eder misiniz? 

Mimar Sinan Devlet Konservatuarı’nda öğrenciyken yurtdışına yarışmalara ve masterclass’lara gitmiştim. Benim için asıl yurtdışı deneyimi 2014 yılında Stuttgart’taki “Rutesheim Cello Akademie” kursuna katılmamla başladı. Oradaki hocalarla tanışıp çalıştıktan hemen sonra Freiburg’a gidip hayatımı, müziğe bakışımı değiştiren muhteşem çellist Jean Guihen Queyras ile tanıştım. Sonrasında Freiburg Musik Hochschüle’yi tam puanla kazanıp kendisinin master öğrencisi olmuştum. 2017’de tekrar İstanbul’a döndükten sonra yurtdışında çeşitli ülkelere gidip konserler vermeye devam ettim. Salgın biraz hafifledikten ve normal hayata dönmeye başladıktan sonra, yurtdışı ile ilgili olan yeni planlarımı tekrar hayata geçirmek istiyorum. Hayallerim şimdilik bende kalsın…

Genç müzisyenlerin yurtdışında imkanları dahilinde eğitim görmelerini önerir misiniz, neden? 

Bence psikolojik ve seviye olarak kendinizi hazır hissettiğiniz zaman bu tarz şeyleri hayata geçirmek için beklememek gerekiyor. Burada alınan eğitim elbette öğretmene, okula göre çok değerlidir. Ancak burada alınan eğitimi başka bir seviyeye taşımak, başka bir öğretmen ve ekol ile başka renkleri görmek ve öğrenmek için yurtdışı eğitimi çok iyi olabiliyor.

Aranızda “organik bir bağ” olduğunu düşündüğünüz çellistler kimdir ve neden? 

Ufacıkken bana viyolonseli tanıtan, sevdiren ve zaman zaman da çalmayı öğreten abim Efe kesinlikle onlardan biridir. Yaptığı müziğe gerçek duygularını ve tüm doğallığını katan Jean Guihen Queyras, Daniil Shafran, Yo-Yo Ma gibi büyük çellistlere hayranlık duyuyor, felsefelerini kendi bakış açıma yakın buluyor, onları örnek alıyorum. Bu insanlar bana, doğadaki özel bir sesi, tınıyı bizlere daha da özel bir şekilde veriyorlar gibi hissettiriyor.

Sahneye çıktığınız veya konser izlediğiniz, unutamadığınız konser salonu hangisi oldu? 

Musikverein, Concertgebouw, Münih Gasteig, Berlin Filarmoni Konser Salonu beni en etkileyen salonlar oldu. İzmir’deki Ahmet Adnan Saygun Konser Salonu da Türkiye’deki favori konser salonum.

Pandemi dönemi müzik çalışmalarınızı, maddi ve manevi yönden nasıl etkiledi? 

Salgın döneminden önce, hayatımın bir kısmında konserlere ara verip sadece albüm yapmayı, kaydetmeyi ve bu alanda ilerlemeyi planlıyordum. Salgının konserleri, toplu buluşma ve etkinlikleri kısmen veya tamamen durdurması, bu planımın hızlanmasını sağladı. Kayıtlarını bitirdiğim iki albüm projesiyle beraber, bu yaz kaydetmeyi planladığımız bir albüm projesi daha var. Bir taraftan Viyolonsel Grubu Yardımcı Grup Şefliği görevini yürüttüğüm Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile bu yıl hiç durmadan dinleyicilerimizle yeni internet sitemiz borusansanattv’de konserlerimizi çalıyor, yayınlıyoruz. Onların, orkestradaki müzisyenlerine sahip çıkması çok önemli, çok değerli. Fakat tabii seyirci ile buluşmayı ve müziği paylaşmayı çok özlüyorum. Umarım kısa zamanda sahnelere ve eski düzenimize dönebiliriz.

Son dönemde çocuklar arasında piyano oldukça revaçta, ama çello konusunda benzer bir “popülariteyi” ben fark edemedim. Sizce neden? 

Çok büyük olasılıkla medyada, topluma aşılanan ve gösterilen müzik aletlerinin çok kısıtlı olduğundan dolayı bunu hissettiniz. Her müzik aletini eşit olarak insanlara tanıtmak daha adil ve yararlı olurdu.

Bir müzisyenin sizce toplumdaki temel rolü ne olmalı? 

İnsanların neredeyse tümü, kendi işlerinin ve üstlendiği herhangi bir sorumluluk duygusunun yoğunluğundan dolayı aslında neleri sevdiklerini veya sevmediklerini bile fark edemeden yaşayıp gidiyorlar. Müzisyen olan ya da olmayan insanın içindeki müzik sevgisi sonuna kadar hissedilmeli ve yaşanmalı. Biz, müzisyenler olarak bu bağlamda toplum için bazen bir kaçış, bazen bir arayış, bazen bir sorgulama, bazen de bir huzur, hatta heyecan ve aksiyon üretebilmeli, sağlamalı ve hissettirebilmeliyiz. Yeri geldiği zaman insanların ruhlarını sanatla kaynaştırması için bir köprü ve aracı olabilmeliyiz.  Ve tamamen bu amaca yönelik müzik yapmak yerine, “kendiniz” olarak, ferah bir zihinle müzik yaptığınızda, işte o zaman kendiliğinizden toplumla bir iletişim sağlarsınız diye düşünüyorum.

Peki sizin olmak istediğiniz yer neresi? 

Sahne benim evim gibi. Kendimi küçüklüğümden beri sahneden daha huzurlu ve rahat hissettiğim bir yer bilmiyorum. Çünkü orası, benim insanlarla gerçek anlamda iletişim kurabildiğim bir yer. Ben viyolonseli, veya viyolonsel beni bırakana kadar sahnede olmayı diliyorum.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s