Türkiye-AB ilişkilerine dair romantik bir bakış açısıyla yıllar önce kaleme almışım…
Seni bekliyordum.
Kıyıları belli belirsiz okşuyordu tekneler. Ve kürek çeken ihtiyar balıkçılar, dalgaların ani değişimlerine kimbilir kaç zamandır değişmeksizin itaat ediyorlardı. Geceyi ürkütmeksizin balık sürülerinin izleri boyunca usulca ilerliyorlardı. “Denizler durulmaz dalgalanmadan” derler ya; neredeyse elli yıldır yaşananların ardından artık gemimi sakin bir limana demirlemek istiyordum. 1959 yılından beri senin zaman zaman durgun, zaman zaman da dalgalı sularında ilerleme çabalarımdan yorgun düşmüş gözlerle izliyordum etrafımı.
Seni bekliyordum.
Kayaların karanlıkta kıyıya çarpan dalgalarla yaptıkları tangonun silueti, denize yansıyor; dip akıntılarla bütünleşiyordu. Gökyüzü denen tavandan sarkan yağ lambaları gibi yıldızlar, sanki nefes alıp veriyorlar; kendi aralarında fısıldaşıyorlardı usulca; aralarından bir dirhem ışık sızmıyordu. Tatlı bir kış soluğu düşmüştü doğaya. Havadaki keskinlik, mevsimi iyice hissettiriyordu. Peki, senin yanına bir türlü erişemeyişim sana ne hissettiriyordu?
Seni bekliyordum.
Matisse’in renk cümbüşü tablolarından fırlamış gibi manzara karşısında önce ayaklarını sürüklemeye başlamıştım; hem bulunduğum yerde kalmayı, hem de çok uzaklara gidebilmeyi istiyordum aynı anda. Zaman zaman yoksunluklarımla efkarlanan, zaman zaman da içi içine sığamayan bir mizacım vardır; bilirsin. An olur, tüm gözlerden olabildiğince uzaklara, ta ufuk çizgisine dek gitmek isterim. Bu yönde attığım adımları sen her ne kadar “eksen kayması” olarak görsen de, aslında benim o çırpınışlarım, kayıp sözleri aramamdan kaynaklanır.
Yüklemler susar bazen; adımlar hareketini yitirir; donakalır evren. Her yanım kimlik kokardı; tanımlayamadığım kokular, tenler… O sıralarda kendini örnek gösterirsin bana; çeşitlilik içinde birliği model almamı önerirsin. Ben de sana yarattığın birlik içinde soluklarını yitirmiş çingeneleri, göçmenleri, burkalı kadınları anımsatırım.
Sessizliğe duyulan özlem ağır basar bazen. Yabancı kalırım kendi kendime… Bazen de bir neşeyle dolardım ki, değmeyin mutluluğuma… Senin varlığını hissettiğim zamanlar olurdu onlar; “Avrupa” ailesine yakın zamanda katılacağımı müjdelediğin zamanlar… Gündüzün kavurucu sıcağında bitkin düşen cılız bir krizantem iken, güzel bir söz işittiğim an akşam serinliğinde görünmez bir el değmişçesine canlanırdım. Ardından bu Polyanna neşesinden sıyrılır; gerçeklik denen o üç boyutlu kurgunun ta derinliklerine iner; gerçeğe dokunur; onu koklar; içime çekerdim. İşte o an görürdüm tabloyu tüm netliğiyle; bu neşelerin geçici olduğunu; her yılın Ekim-Kasım aylarında bana ulaştırdığın o belgelerin sayfalarından hissederdim. Bir yanımla kendimi eleştirir; bir yanımla da senden biraz daha teşvik isterdim.
Seni bekliyordum.
Bir yanımla kızgın ve buruktum sana; elli yılın biriktirdiği tortular vardı ne de olsa… Bir yanımla da vazgeçilmezimdin… 1959 yılını düşündüm de; nasıl büyük bir mutlulukla başlamıştı her şey; yaşanacak daha nice güzellik vardı. Her şey saftı; bembeyaz; kar beyazı…
Ardından, inişli çıkışlı yıllar; zaman zaman omuzlara çöken derin sızı, bakışları kaplayan karamsarlık bulutları; zaman zaman ani mutluluk sıçramaları ve ümit pırıltılarıyla renklenen dünyalar yaratmıştık kendimize. Sürüncemede bırakılan her yıl, bir öncekinin gölgesini yansıtırdı perdeye; ve acı bir tebessümle izlerdik bu gölge oyununu… Ne var ki birlikte bir geleceğe yürüyemezdik her şeyi boşverip. O geleceğe giden yolu kapardı geçmiş yaralar; ve zaman zaman kanayarak. Yaralarımız, birbirimizi sevmediğimiz için açılmazdı; birbirimizin değerini anlamadığımızdan açılır ve derinleşirdi. Her şey günlük akışında devam eder; yara kalırdı geriye…
Seni bekliyordum.
Hani der ya Kızılderililer; “Geceler rüyâ görmek içindir; gündüzler ise rüyâların gerçekleşemeyeceğini anlamak için!” diye… Sonu mutlu ve gökten üç elmanın düşmesiyle biten masallarım zaman içinde tükendi. Seninle bu yolda ilerleyiş süremizden çok daha kısa bir sürede senin yanında yerlerini alanları gördükçe, sana olan inancımı da sorgulamaya başladım. Sen ise, ne yapacağını bilemez haldeydin; bir yanınla bensizliğe alışmıştın, bir yanınla da benim varlığında varlığını büyütme düşleri peşini bırakmıyordu. Hayatımız, pedal çevirdikçe kişisel efsaneni gerçekleştirmeye yol aldığın bir bisikleti andırıyordu.
Seni bekliyordum.
Evet, yanılmadın. Bizim gibi ülkeler de, insanlar gibidir biraz; kılıktan kılığa bürünürüz. Hepimiz, içimizde yaşayan insanların bir özelliğini almış; bir mozaik olmuşuzdur zaman içinde. Birbirimizle temas ederiz; tıpkı seninle ben gibi… Tıpkı gökkuşağının alacalı renkleri gibi biz de birbirimize karışırız; karıştıkça alacalı olur; güzelleşiriz.
“Kendi yalnızlığından kurtulmak için bütün gece aynanın karşısına kurulur”, diyen Cesare Pavese’ye kulak veririz bu “yalnız yaşama sanatı” icrasında: “Yaşama sanatı, sevdiklerimize onlarla birlikte olmaktan ne büyük bir zevk duyduğumuzu göstermekten başka bir şey değildir; bunu başaramadık mı, bırakıp giderler bizi”, diyordu o da.
Seni bekliyordum.
Bir adım daha atsam, Matisse’in tablolarından birinin içine girebilir; o cümbüş içinde kendini bir başka şekilde ifade edebilirdim. Yarısı gölgede kalmış olan sallanan sandalyesinin ucuna iliştim. Yağmuru fark ettim daha sonra. Masallardaki gibi değildi; düpedüz gerçek bir yağmurdu. Bardaktan boşanırcasına yağacakken, niçin çiselemekle yetinirdi ki ülkeler arası ilişkiler? Niçin kor bir ateşe dönüşüveren özlem, avuç içlerinde kuru güz yaprakları gibi dağılmazdı ki? Ve, niye karşısındakine bir adım uzaklıktayken, aşılmaz dağlar yaratırdı ki zihinler?
Seni bekliyorum ve bir gün yanı başımda belireceğini biliyorum. Çünkü sen de beni bekliyorsun.