
2000 yılında İzmir’de doğan genç piyanist Emre Nurbeyler, piyanoya 6 yaşında Ayşe Yavaş ile başladı. Ortaokul ve Liseyi İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda okuyup burada Doç. Aslı Tuncay ile toplam 9 yıl çalışan Nurbeyler, 2019 yılından beri çalışmalarını Almanya’da Staatliche Hochschule für Musik Trossingen’de Prof. Tomislav Nedelkovic Baynov ile sürdürüyor.
Almanya’nın Trossingen kentinde okuduğu üniversitede düzenlenen “Atölye Günleri” kapsamında bestelemiş olduğu “Aksak Ölçüde Rondo” eseri, kurduğu yeni müzik topluluğu Feynman Ensemble tarafından seslendirilen ve profesyonel kaydı yapılan genç piyanist, aynı zamanda 2021 yılında Prof. Sonja Schmid ile bir workshop da düzenledi.
Geçtiğimiz sene Bulgaristan’da düzenlenen II. Tryavna Art Festival Piyano Yarışmasında 1.lik ödülü ve altın madalya kazanan Nurbeyler, Fas’ın Başkenti Rabat’ta (AAF) Alink-Marta Argerich Foundation üyesi “13. Prenses Lalla Meryem Piyano Yarışması”nda 2.lik ödülü aldı, aynı zamanda “En İyi Türk Eseri Yorumu” Yunus Emre özel ödülünü de kazandı.
2018 yılında Bulgaristan’ın Albena kentinde düzenlenen uluslararası “Heirs of Orpheus” piyano yarışmasında 3. lük ödülünün sahibi olan Nurbeyler, 2013-2019 yılları arasında Ayvalık’ta Prof. Filiz Ali’nin yönetimi altında her yıl gerçekleşen AIMA Uluslararası Müzik Akademisi İdil Biret piyano masterclasslarına katılıp kapanış konserlerinde yer aldı.
Genç piyanist aynı zamanda 2017 yılında İdil Biret’in AIMA Masterclass’ından seçtiği dört öğrenciden biri olarak Bakırköy Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nin sezon açılış konserinde yer aldı. Aynı sene, Gürcistan’ın Tiflis kentinde düzenlenen II. Mozart Yarışması’nda Üçüncülük ödülü de kazandı.
2016 yılında Bursa’da düzenlenen I. Nilüfer Uluslararası Piyano Yarışması’nda Üçüncülük ödülü kazanan Nurbeyler, 2015 Eylül ayından beri Andante Klasik Müzik Dergisi’nde yazılar yazıyor.
New York’taki Golandsky Enstitüsü’nün verdiği burs ile Princeton Üniversitesi’nde yapılan Taubman tekniği seminerleri ve masterclasslarına katılan genç piyanist, 2015 yılında Prof. Ron Stabinsky’nin çalıştayında “Gılgameş” ve “Karagöz Hacivat” adlı bestelerini de çalarak ismini uluslararası planda bir kez daha duyurmuş oldu.
2014 yılında Salzburg’da Mozarteum Üniversitesi’nde düzenlenen Richard Strauss yarışmasında finale kalan 6 öğrenciden biri olması da bu açıdan Avrupa’ya açılmasında önemli bir eşik oluşturdu.
Nurbeyler ayrıca üstün yetenekli/üstün zekalı çocuklara Devlet tarafından özel eğitimin verildiği T.C. Milli Eğitim Bakanlığı “BİLSEM” programında 9 yıl eğitim gördükten sonra mezun oldu ve 2014 yılında Konak Bilsem’in M.E.B tarafından onaylanan resmi marşını besteleyen kişi olarak ismini bir kez daha unutulmaz kıldı. Aynı sene, YAMAHA Avrupa Piyano Yarışmasında “Jüri Özel Ödülü”nü kazandı.Ayrıca, 2011 yılında İzmir Ulusal Piyano Yarışması’nda 90 katılımcı arasından Türkiye birinciliği ve altın madalya kazandı.
2012 yılından beri Emre Elivar, İdil Biret, Muhiddin Dürrüoğlu, Gülsin Onay, Rolf Plagge, Jean-Bernard Pommier, Edna Golandsky, Mary Moran ve John Bloomfield’in piyano, Fazıl Say’ın kompozisyon masterclasslarına katılan genç piyanist, birkaç ay önce ETİ ve Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın ortak projesi olan ‘Sen Gençsin Güç Sensin’ projesinin bir parçası oldu.
Önümüzdeki dönemde oda müziği çalışmalarına ağırlık verecek olan, Beethoven’ın büyük Waldstein sonatını ise tüm eserlerden ayrı bir yere konumlandıran Nurbeyler’in beste çalışmaları da son hızıyla devam ediyor. “2018’de besteleyip halen yurt içi ve yurt dışında konserlerde seslendirdiğim Aksak Ölçüde Rondo’nun ardından benzer yapıda aksak ritme sahip dört rondodan oluşan kitabımı yayınlamaya hazırlanıyorum, bu dört rondo pandemi biter bitmez konserler vermeye geri döndüğümde sahneden kesinlikle eksik etmeyeceğim eserler olacak” diyor.
Nurbeyler ayrıca okuduğu pedagoji kitapları, aldığım ek pedagoji derslerinin ışığında önümüzdeki dönemden itibaren konser piyanistliği eğitimiyle beraber yan profil olarak piyano pedagojisi de almaya başlayacak ve böylelikle hayatının ileri bir aşamasında piyanistlik deneyimleri ve birikimini öğrencilerine daha etkin bir şekilde aktarabilmenin zeminini şimdiden hazırlayacak.
Kendisini tanımanız için çok keyifli bir söyleşi bekliyor sizi aşağıda:
Merhaba Emre Bey. Altı yaşınızdan beri müzikle iç içesiniz ve ilk resitalinizi henüz 14 yaşındayken verdiniz. Müziğe olan ilginiz nasıl ortaya çıktı ve bu ilgiyi günümüzdeki profesyonel kimliğinize dönüştürene dek nasıl aşamalardan geçtiniz?
Her ne kadar ailemdeki tek müzisyen olsam da çocukluğum müzikle dolu geçti, babamın karıştırıp durduğum modern caz CD’leri ve annemle beraber oturup dinlediğimiz Cats, Phantom of the Opera, Hair gibi müzikaller ile büyüdüm. Dedemin ben altı yaşındayken bize hediye ettiği piyano çok kısa sürede benim için evdeki en ilginç obje oluvermişti, ailem de beni her sabahın köründe piyano başında bir şeyler keşfetmeye çalışırken görünce ders almama karar verdiler ve yolculuğum bu şekilde başladı.
Daha konservatuvara girmeden henüz ilköğretim yıllarımda okul etkinlikleri ve küçük karma konserlerde yer almayı ve sahnede çalmayı çok seviyordum. 9 yaşında yarı zamanlı olarak girdiğim Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda sevgili Doç. Aslı Tuncay ile ilk birkaç senemde Aslı hocam doğru teknik ve müzikaliteyi oturtma amaçlı olarak bana daha mütevazı ve akademik amaç güden eserler verdi, fakat ben ise küçük yaşlarımda kendi kendime öğrendiğim Chopin valslerimle olabilecek her fırsatta insanlara kendimi duyurmaktan çok mutluydum. Yıllar içinde Aslı hocamın ne kadar haklı olduğunu anladım ve bu benim kendi müzikal gelişimim için en önemli adımlardan biriydi.
Tam da bu sıralarda, 2013’te ilk defa katıldığım Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nde (AIMA) düzenlenen İdil Biret ustalık sınıfı benim için büyük bir uyanış oldu diyebilirim. İdil hoca ve onunla çalışmaya Türkiye’nin dört bir yanından gelen öğrencileri gördüğümde çok öğretici bir aydınlanma yaşadım evet, ama aynı zamanda AIMA’nın kurucusu değerli müzikolog sevgili Prof. Filiz Ali’yle tanışınca onunla, incelikle seçtiği yardımcılarıyla ve bizi AIMA’da ziyarete gelen çok değerli konuklarla tanışma, konuşma, sohbet etme fırsatı buldukça da prensip sahibi bir müzisyen (hatta insan) olmanın adabını, ahlâkını ve inceliklerini de anlamış oldum. Daha sonraki yıllarda yurt içinde-yurt dışında katıldığım diğer ustalık sınıfları ve etkinliklerde de bu tecrübeler sayesinde daha sağlıklı bağlantılar ve kalıcı arkadaşlıklar kurabildim. Her zaman iyi bir insan olmayı hedefledim, müziğimin birinci odağım olarak kalması gerektiğine inandım.
Piyano ile birlikte bir yandan da kompozisyon dersleri aldınız. Kompozitörlük ile piyanistlik kimlikleri birbirini nasıl besliyor?
Beste yapıyor olmak direkt veya dolaylı yoldan piyanistliğime çok yararlı oldu kesinlikle. Hocam bana hep bestelerimi çalarken piyanodaki bütün duruşumun değiştiğini, gerçekten ‘kendim’ olduğumu söylerdi, keşke diğer eserleri de bu halinle çalsan derdi. Yıllar içinde bu ayrıma yakından bakıp kendime sorular sormaya çok zamanım oldu. Beste yapmak ve bu besteleri sahnede seslendiren kişi olmak, alışık olduğumuz piyanist-besteci ilişkisine pencerenin diğer tarafından bakıp karşılaştırmalar yapabilmemi mümkün kıldı.
Bunun yanında, dinleyiciler önünde çalmayı çok seven biri olarak onların farklı müziklere verdikleri tepkiyi ve bir parça müzikten beklediklerini daha iyi tahmin etmemi sağladığına inanıyorum. Bu da kesinlikle bestelerimin doğrultusunun fazlasıyla dışa dönük ve dinleyici dostu olmasına sebep oluyor. Diğer besteci arkadaşlarımla ettiğim sohbetlerde kendimi son yıllarda besteciliğin odağının güzel müzik yapmaktan kişisel felsefik amaçları tatmin etmeye kaymaya başladığını savunurken buluyorum. Derin ve anlamlı müziğin aynı zamanda kulağa hoş geliyor olmasını istiyor olmam bence bu iki kimliğimin direkt ilişkisinden doğuyor.
Öğreniminizin bir kısmını Almanya’da sürdürmek sizin müzikal gelişiminize nasıl katkılarda bulundu / bulunuyor?
İzmir’de Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nın orta ve lise bölümlerinde gördüğüm eğitim benim için çok değerliydi. Musikhochschule Trossingen’de lisans eğitimine başladığımdan beri bu temel eğitimimi genişleterek, ileride iyi bir müzisyen olmaya giden yolda kritik önem taşıyan diğer adımları da tanıyıp kendime kazandırma çabasındayım. Okulun serbest müfredatı sayesinde uzun zamandır içimde ukte kalan oda müziğine de sonunda konsantre olabildim, kısa zamanda çok sayıda oda müziği grubuyla performanslar vererek hayal edebileceğim neredeyse her türlü enstrüman kombinasyonunu canlı dinleyip bu enstrümanlarla beraber çalmayı deneyimlemek, solo piyanoda kendimi dinleyip hızlı tepki verme yetimi geliştirmemi sağladı.
Aynı zamanda hem yeni müziğe hem de barok ve barok öncesi eski müziğe de fazlasıyla ilgi gösteren bir üniversitede olmak bana bu konularda da çok şey öğrenme fırsatı sundu, özellikle yeni müzikten öğrendiklerimi klasik repertuvarıma uygulamanın (veya bunun tam tersini yapmanın) çok beklenmedik fakat bir o kadar da faydalı sonuçlar doğurabildiğini öğrenmiş oldum.
Herhangi bir kurumsal destekten, fondan, burstan yararlanıyor musunuz?
Şu ana kadar herhangi bir destek almadım hayır, fakat birkaç ay önce ETİ ve Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın ortak projesi olan ‘Sen Gençsin Güç Sensin’ projesinin bir parçası olma şansım oldu. Bu proje halen ilerleme halinde, umuyorum ki ben ve destekledikleri diğer gençler bu projenin sonunda kendimize önemli şeyler katmış olacağız.
Çok değerli piyanistlerin ustalık sınıflarına katıldınız. Sizce ustalık sınıflarının çeşitliliği bir müzisyenin gelişimi açısından nasıl katkılar sağlar?
Müzisyen olmaya giden yolun olmazsa olmazıdır bu etkinlikler. Yaptığımız müziğin temel kuralları ne kadar bilimsel olsa da sorduğumuz sorular derinleştikçe tıpkı diğer sanat tarzlarında da olduğu gibi kesin cevaplar bulmaktan uzaklaşmaya başlıyoruz. Hal böyle olunca tecrübeli müzisyenlerin fikirlerini öğrenip aklınızı meşgul eden eser hakkında ufkunuzu genişletip farklı bakış açıları elde etmek, bu fikirler arasında bağlantılar kurup çıkarımlar yapmak, sizin kendi yorumunuzun sırasında dinleyicinize neyin ‘doğru’ olduğuna ikna etmeye çalışacağınıza karar vermenizde kritik önem taşıyor.
Mütevazi kişiliğinizi bir yana bırakarak, bu zamana dek kazandığınız ödüllerden söz etmenizi de isteyeceğim. Sizce yarışmalar ve ödüller müzisyenlerin özgüveni ve kendilerini geliştirmeleri açısından nasıl katkılar sağlar, handikapları var mıdır?
Yarışmalar etkinliklerimin büyük bir kısmını oluşturdular evet. Küçükken bana çok şey öğretmiş yarışma deneyimlerim arasında on yaşında birincilik ve Grand Prix kazandığım İzmir Okullararası Projeler Yarışması ve on dört yaşında Jüri Özel Ödülü kazandığım İzmir YAMAHA Europe Piyano Yarışması başta geliyor sanırım. Bunlardan sonra Bulgaristan, Almanya, Avusturya, Gürcistan, ve Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde birincilikler, ikincilikler ve üçüncülükler aldım, ama en çok aklımda kalan İkincilik ve Yunus Emre Enstitüsü’nün verdiği En İyi Türk Eseri Yorumu ödülünü kazandığım Fas’ın başkenti Rabat’ta düzenlenen Prenses Lalla Meryem piyano yarışmasıydı. Hem bir yarışmacı hem de bir ziyaretçi olarak çok güzel deneyimlerim oldu orada, en başta Avrupa ve Batı Asya’daki ülkelerde katılmış olduğum yarışmalarla karşılaştırdığımda karşıma çıkan farklar bana çok şey öğretti. Yarışma ve diğer amaçlarla gittiğiniz ülkeleri gezmeyi ve görmeyi ihmal etmemek de çok önemli bence, o şehirde yaşamış besteciler veya sanatçıların müzeleştirilmiş evlerini gezmek, kaleleri sarayları şatolarına giderek o şehrin tarihini kendi gözlerinizle görmek de sizin perspektifinizi genişletecek birkaç aktivite olabilir.
Bir müzisyenin, bir performans sanatçısı olarak müzik çevresindeki yerini anlaması ve kendisine bir yol planı belirlemesi için hayati önem taşıyan deneyimin kaynağı yegane etkinliklerdir yarışmalar. Yarışmaların bir büyük katkısı da bu yarışmalara hazırlanma sürecidir, baskı altında daha verimli çalışan türden birisi olarak herhangi büyük bir yarışmadan önceki yarım yıl hayatımın en verimli zamanları olmuştur hep. Bu sebepten dolayı olabildiğince yarışma yapmaya çalışıyorum, bunu hem repertuvarımı genişletmek için hem de deneyim kazancı için çok değerli buluyorum.
Beklenmedik bir sonucun sizi üzebilecek olması şu anda aklıma gelen tek handikap, fakat bir yerden sonra beklenmedik sonuçları ne zaman bekleyeceğinizi de öğreniyorsunuz açıkçası. Bu yüzden bir müzisyenin ilk yarışmaları en stresli olanlarıdır diyebilirim sanırım, genç müzisyenlere yarışmalara giderken kendilerinden (ve yaptıkları müzikten) tam anlamıyla emin olmaları ve kendilerini sonuç odaklı olmaktan ziyade bir şeyler öğrenip ufuklarını genişletmeyi amaç edinmelerini tavsiye ederdim.
Sosyal sorumluluk projeleri içinde yer alan bir müzisyensiniz. Bu projelere katılımı kendiniz mi seçiyorsunuz? İçlerinde sizi en çok etkileyen hangisi oldu?
Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek için bütün insanlık olarak çalışmamız gerektiğine inanıyorum. İnsanlık olarak baş ettiğimiz sayısız sorun ancak bir araya gelip elimizden geleni yaptığımızda çözülebilir, ben de bu konudaki kişisel sorumluluğumu en iyi yaptığımı düşündüğüm şey olan müziğimle yerine getirmeye çabalıyorum, bu sebeple de solo resital vermeye başladığım günden beri sosyal sorumluluk projelerine aktif biçimde zamanımın büyük bir kısmını ayırıyorum.
Halen ara sıra 2016 yılında İzmir Inner Wheel Kulübü ve Fransız Kültür Merkezi işbirliği ile düzenlediğimiz piyano resitali etkinliğini düşünüyorum. Konserin tüm geliri Bornova Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nde bir kütüphane ve atölye kurulması için kullanılmıştı. Düşünüyorum bazen, oradaki öğrenciler bu kaynaklarla neler yapıyorlar, acaba kendilerine neler öğretiyorlar veya dışarıya ne yaratıcı işler çıkarıyorlar diye. Bu projede yer almak bana inanılmaz bir moral kaynağı oldu, elle tutulur bir fark yaratmak ve bu farkı yaratmanın mümkün olduğunu görmek gerçekten perspektif değiştirici nitelikteydi. Aynı şekilde son birkaç yıldır “Müziğin Umuda Dokunuşu” organizasyonu kapsamında katıldığım çok sayıda konser ve resital etkinlikleri ile onkoloji alanına yapılan destek de hatırladıkça mutlu eden şeylerden.
2013 yılından beri katıldığınız AIMA’da İdil Biret’in ustalık sınıflarında yer aldınız ve kendisiyle sahne paylaştınız. İdil Biret’i üç sıfatla tanımlamanızı istesem neler söylerdiniz?
Odaklı. – İdil hocamın günün her dakikası düşüncelerini meşgul eden bir şey olur mutlaka ve zamanın yüzde doksan dokuzunda bu, müzik hakkındadır. Kendisi o anda bir eseri çalıyorsa odağı o eserin tüm detayları ve o bestecinin düşünce yapısıdır, doğaçlama yapıyorsa o anda mimiklediği stil veya bestecinin düşünce yapısıdır, beraber ders yapıyorsak bu benim çalışım ve onu nasıl iyileştirmem gerektiğidir. Piyanonun karşısına geçip önümüze aldığımız bir eseri tüm incelik ve acayiplikleriyle çalma görevini, Biret’in 75 yıllık piyanistlik deneyiminde edindiği becerileri, biriktirdiği düşünceleri ve uygulamak istediği fikirleriyle beraber düşündüğümüzde ortaya bir hayli ağır bir iş çıkıyor, bütün bunları sahneye çıkıp gerçek zamanlı olarak başarmak içinse Biret gibi konsantrasyonda ustalaşmış olmak gerekiyor.
Prensip sahibi. – Biret dünya çapındaki diğer tüm piyanistler hatta müzisyenler ile karşılaştırıldığında iş etiği ve ahlakıyla kesinlikle en ön sıralarda yer alıyor. Küçük yaştan dünya sahnelerinde tanınmış bir piyanist olmasına rağmen profesyonelliğini ve kendisini için belirlediği çıtayı bir santim dahi indirmemiştir, bu da onun çocukluğunda/gençliğinde harika çocuk ünvanıyla ünlenip zamanla parıltısını kaybeden müzisyenler arasından sivrilmesinde büyük rol oynamıştır. Her zaman müziği en öne koyarak hareket etmiştir, en büyük amacı her zaman sanat yapmak ve sanatı teşvik etmek olmuştur. Biret’in bu yanı bence şimdiki ve gelecek nesiller için örnek teşkil etmeli.
Dahi. – Biret’in hayatı boyunca ortaya çıkardığı ve ilerlemiş yaşına rağmen aksamaksızın çıkarmaya devam ettiği işlere şaşırmadan bakmak çok açıkça imkansız. Salt dünyanın en geniş repertuvar sahibi piyanisti ünvanı bile yetiyorken, akıl almaz hafızası ve kişiliğinin bir parçası haline gelecek kadar gelişmiş odaklılığının işbirliğiyle bu repertuvarın tümünü bir asıra yakın emeğin beraberinde getirdiği müzikal mükemmelliğiyle aktif belleğinde her an çalmaya hazır tutuyor.

Eğitiminize ve müzikal kariyerinize Avrupa’da mı devam etmek istersiniz?
Şu anda çizdiğim ve takip etmek istediğim yol Avrupa’da kalmam gerektiğini gösteriyor, evet. Tabii ki zamanın neleri getireceğini tahmin etmek imkansız, en umulmadık yerden küt diye hayatımda ne fırsatlar veya ne değişiklikler olacağını öngöremiyorum. İdeal olarak kendime koyduğum kısa süreli hedeflerimi tamamlamam için en uygun seçim şimdilik olabildiğince olduğum yerde, Baden-Württemberg çevresinde kalıp bütün fırsatlardan yararlanmak oluyor. Bir taraftan da aktif biçimde dünyanın diğer kısımlarındaki etkinliklere katılarak ufkumu genişletmeye çalışmayı eksik etmiyorum elbette.
Piyano çalış tarzınıza herhangi bir ekol ağırlık basıyor mu?
Mutlaka bir isim vermem gerekiyor olsaydı Fransız okulu derdim. On sene piyano öğretmenim olmuş olan sevgili Doç. Aslı Tuncay’ın hocası Prof. Aykut Yafe, piyano eğitimini Fransa’da büyük usta Vlado Perlemuter’den almış. Perlemuter geçtiğimiz yüzyılın en önemli Fransız ekolü öncülerinden biridir; kendisi Gabriel Fauré ve Maurice Ravel ile çok yakınmış, eserlerini bestecilerden bizzat öğrenerek hayatı boyunca seslendirmiş. Aslı hocamın kendime bir nevi çok yakın gördüğüm bir yanı, kendisinin de gençliğinde tıpkı benim gibi Fransız ekolüyle yetiştikten sonra üniversite eğitimini Almanya’da alıp orada Rus ekolünde ustalaşmış bir hoca ile çalışmış olması. Tabii ki Aslı hocamın on yıllar süren disiplinli çalışması ve geniş deneyiminin sonucunda hali hazırda oturmuş ve olgunlaşmış kendine özgün teknik, müziksel ve pedagojik bir kişiliği var; benim henüz öyle bir noktaya ulaşmak için kırk fırın ekmek yemem lazım.
Şu anki hocam Prof. Tomislav Baynov ise büyük piyanist Heinrich Neuhaus’un ekolünde yetişip daha sonra Almanya’daki hocası Johan van Beek ile Viyana Klasikleri’ni mükemmelleştirmiş. Aslında büyük resme baktığımızda bu ekol ağacının dalları çok farklı yerlerden fırlayabiliyor, ben de gelecekte alacağım kararlar ile bunu kendi çalış tarzım için en doğru olan yolda şekillendirebileceğimi umuyorum.
Peki Avrupa’da genç piyanistlerin eğitimi için sağlanan olanaklar ve formasyon ile Türkiye’yi kıyaslarsanız hangi farklılıklar göze çarpıyor?
Almanya’da içinde bulunduğum konser piyanistliği eğitimi ile Türkiye’de mevcut olanı kıyasladığımızda enstrümanı doğru çalmayı öğrenmek konusunda devasa bir fark görmedim açıkçası. İki ülkede de önemli tecrübeler edinip kendilerini öğrencilerini en iyi şekilde yetiştirmeye adamış çok sayıda piyano öğretmeni mevcut, bunun yanında iyi müzisyen olmanın çekirdeği olan solfej-dikte-teori eğitiminde Türk hocalarımızın verdiği eğitimin seviyesinin Avrupa standartlarının üstünde olduğunu söyleyebilirim. Kanımca asıl büyük ayrım, müziğin teorik kısmından çıkıp meslek olarak uygulanmaya başlamasına, öğrencilikten profesyonelliğe geçiş aşamasına gösterilen büyük ilgide göze çarpmaya başlıyor. Avrupa’da gençlerin aktif klasik müzik çevresine entegrasyonu konusunda gerçekten yüklü bir çalışmalar zinciri mevcut. Üniversiteler ve festivaller her zaman, altını çiziyorum, her zaman el eleler. Dünyanın en saygın yeni müzik festivallerinden biri Donaueschinger Müzik Günleri’nden örnek verecek olursam, her zaman öğrenciler ciddiye alınıyor ve diğer müzisyenlerle aynı seviyede tutuluyorlar. Okulumuzda ana görevi, öğrencileri bu tür festivaller için hazırlamak, bağlantılar kurmak, başka üniversitelerdeki hocalar ve öğrencilerle tanıştırıp birlikte çalışma imkanı sağlamak olan profesörler mevcut. Bu gerçi bir defa İzmir’de “Yeni Tınılar” adlı bir konserde olmuştu, Ege Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi konservatuvarlarının kompozisyon bölümleri birleşerek aynı sahneyi paylaşmışlardı ve çok güzel bir akşamdı. Umuyorum ki ileride bunun gibi projeleri Türkiye’de daha sık görmeye başlarız, çünkü özellikle müzik gibi sahneye bağlı bir iş söz konusu olduğunda bu tür etkinlikler yurt dışındaki eğitim ile Türkiye’de eğitim arasındaki fark çizgisini çeken kritik elementlerden birisi haline geliyor.
Müzik tarihinde “keşke bu dönemde yaşasaydım” dediğiniz dönemi ve sebebini öğrenmek isterim.
Günümüze bakarsak müziğin muazzam seviyelere evrildiği, bunun yanında halen geçmişte yaşamış büyük ustalar ve yapıtlarının fazlasıyla önem ve ilgi gördüğü, aynı zamanda da teknolojinin gelişmesi sayesinde istisnasız her müziksel fikrin kalıcı olarak herkese açık devasa kolektif bir kütüphaneye -internete- kaydedilebildiği çok güzel bir dönemde yaşıyoruz. Benim asıl merakım gelecekte, bundan elli, yüz yıl sonra müziğin nereye ulaşmış olacağında, çünkü yeterli azim ve araştırmayla hakkında kesin sonuçlara varamayacağımız tek dönem orası. Ben de bir müzisyen olarak gelecekte bu dönemin ister istemez parçası olacağım zaten. O günler geldiği zaman da iki yüz, üç yüz yıl sonraki müziği merak ediyor olacağım.
Çalışma ortamında “mutlaka olmalı” dediğiniz şeyler nedir?
Son yedi-sekiz yıl içinde günlük hayatımda düzene oturtup alışkanlık kazandığım birden fazla çalışma ortamım var, bunlar piyano çalışmak, beste yapmak, yazı yazmak, bazen müzik dinlemek gibi konsantrasyon gerektiren aktiviteler arasında değişiyor. Bunların tümünde ortak olarak bulunması gerektiğine inandığım birkaç şeyden bolca ışık, sessizlik, bildirimleri kapatılmış elektronik cihazlar, soğuk su dolu mataram başta gelenler oluyor.
Piyano çalışırken asla eksik etmediğim şey şüphesiz Otto Weinreich’ın editörlüğünü yaptığı varyasyonlu Hanon egzersiz kitabımdır. Bestelerini sıfırdan direkt olarak bilgisayar ortamında yazan biri olarak bu çalışma ortamımda ise yazma hızımı optimize etmek için birden fazla ek klavye ve ihtiyaçlarıma göre kişiselleştirdiğim sayısız yazılımsal özelliğin yardımını alıyorum. Yaptığım herhangi bir işin yanında müzik dinlemek günümün istisnasız her saati yaptığım bir şey olsa da bunu aktif mesleki çalışma olarak tam konsantre yaptığım zamanlarda kullandığım bir çift aktif gürültü engelleyicili kulaklık herkese önerebileceğim güzel bir verimlilik yatırımı.
15 yaşından beri Andante dergisinde de yazıyorsunuz. Peki kendinizi notalarla mı yazıyla mı daha iyi ifade edersiniz?
Yazı yazmak hayatıma beste yapmak ile hemen hemen aynı anda giren bir hobi oldu, ilköğretim yıllarımda ikisiyle denemeler yapmaya ve sınırlarımı zorlamaya başlamıştım bile. Henüz müziğin hayatımdaki rolü on bir yaşında hobiden mesleğe terfi etmeden bir yıl önce İzmir Gazeteciler Cemiyeti’nin düzenlediği II. İsmail Sivri Öykü Yarışması’nda “Ayhan’ın Üç Boyutlu Günlüğü” adlı öykümle birinci olmuştum, bu beni daha da çok yazmaya motive etmişti. Sonraki sene konservatuvara tam zamanlı olarak başladığımda yaptığım her etkinliği yazdığım bir konser günlüğü yapmayı düşünüyordum fakat o sıralar değerli müzikolog sevgili Prof. Filiz Ali’nin internette müzik yazılarını yayınladığı bloğunu keşfedip çok etkilenmiştim, bu da bu fikrimi internet ortamına geçirerek Piyano Bloğu’mu yaratmamı sağladı. Neredeyse on sene sonra hala bloğuma düzenli olarak mesleki gezilerimi, deneyimlerimi ve bunların yanında gelen her türlü güzel anıyı yazmaya devam ediyorum. Andante dergisinin editörü sevgili Serhan Bali’nin bana teklifi zaten bu blog yazılarının aynılarını Andante dergisinde devam ettirmem olmuştu. Serhan abiye de bana bu fırsatı tanıdığı ve Andante ailesinin bir parçası olmama yol açtığı için teşekkür ediyorum.
Beste yapmanın anlamı ise benim için bambaşka. Müziğin evrenselliği su götürmez bir gerçektir; milliyetiniz, diliniz, geçmişiniz, görüşleriniz ne olursa olsun güzel icra edilmiş müzik her zaman sizin üzerinizde fark edilir bir etki bırakacaktır. Bu belirli bir duygu olabilir, aklınıza gelmemiş bir düşünce, hatırlamayı özlediğiniz bir anı olabilir. Daha annemizin karnındayken akıcı konuştuğumuz bir dildir müzik. İnsani sezgilerimize bu derece derin biçimde gömülmüş bir sanat tarzından bahsediyorum, müziğin işte bu potansiyeli beni kendi eserlerimi yazmaya iten yegane güçtür. Ben de dünya çapındaki müzik severlere kendi kişisel etkimi bırakmak, onlara kolumun altındaki hikaye kitabımdan öykülerimi anlatmak istiyorum. Kendimi müziğimle ifade becerimi güçlendirmek için müziğiyle dinleyicisine hep hikayeler anlatmış büyük ustaların yapıtlarını dikkatle incelemek ve verdikleri kararları anlamaya çalışmak, günlük çalışma rutinimin sabit bir parçası.
Çalmaktan en çok hoşlandığınız eser hangisi?
Bazı eserleri çalmak, bazılarını ise dinlemek çok zevkli oluyor. Bir eser bu ikisi arasındaki dengeyi tutturabiliyorsa ve müzikal değeri de yüksek ise resital programında çalabileceğim eserler arasında yerini alıveriyor. Bazı eserler de var ki sahnenin iki tarafındaki insanı da sandalyesinin ucuna getirir, benim için bu eser Beethoven’ın büyük Waldstein sonatından başkası değildir. Yine de, birkaç sene sonra kendimi hazır hissettiğimde, bu eserin bendeki yerini Beethoven’ın daha da büyük Hammerklavier sonatına bırakacağına dair en ufak şüphem yok.
Peki sizin için vazgeçilmez Türk ve yabancı piyanistler hangileri?
Benim için her zaman birinci sırada idolüm İdil Biret geliyor. Bunun yanında yüksek sıklıkta dinlediğim çağdaş piyano müziği için Pierre-Laurent Aimard’ın fikirleri ve bu fikirlerini uygulayış şeklini hoş buluyorum. Boris Berezovsky’nin olağanüstü atikliği ve gelenek dışı fikirleri göstermekteki korkusuzluğu bir etüdü dinlerken onu da dinleme listeme eklememe itiyor. Beethoven dinliyorsam Wilhelm Kempff ve Alfred Brendel’in yorumlarını değerli buluyorum. Arrau, Cortot, Michelangeli, Schnabel, Gilels, bu isimler ise geçmiş kuşakların şüphesiz vazgeçilmezleridir.
Fazıl Say’ın 2000’lerin en başlarında yaptığı kayıtların da büyük bir hayranı olduğumu söylemek isterim, özellikle Bahar Ayini CD’si düzenli olarak dinlediklerim arasındadır. Son olarak, yakın zamanda Emre Yavuz’un Rachmaninoff CD’si ile yaptığı çıkış, ve Can Çakmur’un düşünce dolu Schwanengesang CD’si, bana gelecek Türk piyanist neslinin şimşek hızıyla geliyor olduğu gerçeğini göstermiş oldu.
Şu ana kadar çok önemli projeler içerisinde yer aldınız. Kendinizle en çok gurur duyduğunuz hangisi oldu?
Ben 17 yaşındayken İdil Biret’in AIMA ustalık sınıfının teması Beethoven’ın sonatları olmuştu, ben de İdil hocamla bir hafta boyunca Waldstein sonatımı çalışma şansını yakalamıştım. Aynı sene Ekim ayında Bakırköy Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi’nin sezon açılış konserinde İdil hoca dört adet ustalık sınıfı öğrencisiyle beraber sahnede bu sonatları seslendirme kararını almıştı, bu öğrencilerden birisi olarak da beni seçmişti. Bu kararını öğrendiğim gün kendimi soktuğum yoğun çalışma kampı konser gününe kadar bitmedi fakat o gün gelip çattığında sadece bu çalışma seansının değil, hayatımda o noktaya kadar müziğe adadığım sayısız saatlik emeğin değdiğini tam anlamıyla hissettim. İdolüm olan piyanistin rehberliği altında İstanbul’un en büyük konser salonlarından birinde Beethoven’ın sonatlarını dinlemeye gelmiş yüzlerce insana kendimi en mutlu hissettiğim eseri çalmak… Tabii ki üzerinden geçen yıllarda kendimi çok geliştirdim, hayatımda pek çok şeyi değiştirdim ve değişik bakış açılarının farkına vardım; ama o güne varan olaylar zinciri ve konser sırasında yaşadığım duygular birikiminin önüne henüz bir şey geçemedi. Bana neden hayatımın geri kalanını konser piyanisti olarak geçirmek istediğimi durmadan hatırlatan bir anımdır.
Pandemide en çok özlediğiniz şey ne oldu bir müzisyen olarak?
Kesinlikle sahnede büyük bir dinleyici kitlesine çalmak oldu. Kendimi enerjisini dinleyicisinden alan biri olarak görüyorum ve her ne kadar pandemi sırasında Almanya’daki konserlerimi durdurmak zorunda kalmayacak kadar şanslı olmuş olsam bile seyirci sayısının azalmasının etkisini hissetmiyor değilim. Konserlerimiz daha biz bize oluyor, davet ettiğimiz arkadaşlar ve yakınlarımızla daha güzel zaman geçiriyoruz, bu değişimlerden her ne kadar memnun olsam da kanımca asla dolu bir salonda sahneye çıkmak ile karşılaştırılamaz.
Özlediğim bir diğer şey ise üniversitemizin normalde fazlasıyla açık olan çevresi oldu sanırım, eskiden okulun lobisi insanlarla tıklım tıklım dolu olurdu, her hafta başka bir etkinlik, her odada başka bir müzik konsepti, etrafta kendinizi üç insana bölseniz yine de yetişemeyeceğiniz fazlalıkta olay olurdu ve ben bu kaotik ortamı çok özlüyorum. Okulumuz bu aktifliğini halen koruyor, fakat çoğu etkinliğin çevrimiçi ortama taşınmış olması, dijitalleştirmesi ustalıkla yapılmış olsa bile bana insan olarak yüz yüze iletişime ne kadar büyük içgüdüsel bir önem verdiğimizi fark ettiriyor.
İlk sahne deneyiminizde yaşadıklarınızı anımsıyor musunuz? Heyecanınızı nasıl yönetmiştiniz?
Yedi yaşındayken okulumda bahar şenliği gibi etkinliklerde zaten sıklıkla piyanomla yer alıyordum, insanların önünde çalmak ve ilgi odağı olmak benim için çok kısa sürede normalleşivermişti. İlk büyük sahne deneyimim sene sonu etkinliğimiz kapsamında İzmir Sabancı Kültür Merkezi’nde birkaç küçük eser çalarak yer almam olmuştu. Çaldıklarım da Dennis Agay’in birinci Piyano Çalmayı Öğreniyorum kitabından falan olsa gerek… Sahneye çıkmadan önce kendimden emindim, eserlerim çoktan hazırdı. O gün asla unutamadığım atmosfer; sahnenin göz kamaştıran ışıklarında parlayan en şık kıyafetlerimle ve bir metre boyumla kulisten piyanoya yürüyüşüm ve piyanodan daha kısa piyanisti alkışlayan öğretmenlerle, velilerle, akrabalarım ve arkadaşlarımla ağzına kadar dolu bir salon… Hiçbir zaman sözcüklerle tarif edemeyeceğim, fakat hayatımda defalarca yaşayıp peşini bırakmayacağım ve asla doyamayacağım sahne aşkımı işte tam olarak o anda edindiğime eminim.
Mutluluktan, gururdan, heyecana yer kalmamıştı ki!
Son dönemde Türkiye’de üstün yetenekli çocuk piyanistler giderek görünür oldu. Bunu neye bağlıyorsunuz? Peki bu denli fazla bir arzı karşılayacak müzik piyasası oluşturmak için ilave olarak neler yapılmalı?
Bu artışın bağlı olduğu şüphesiz pek çok faktör var. Eskiden sadece ince eleyip sık dokunarak seçilmiş müzisyenleri dinlemenin mümkün olmasının aksine günümüzde herkesin kendi müziğinin yayımcısı olabildiği bir dönemdeyiz, bu da bence her çocuk müzisyene kendisinin yaşında birini dinleme olanağı ve dolayısıyla daha önceki yıllarda mümkün olmayan bir potansiyel düşünceler tablosu veriyor. Müziğe giriş yapan çocuk sayısının artmasını destekler biçimde dünyada bu yaş grupları için düşünülmüş yarışma ve festival gibi etkinliklerin daha sık görülmesi, müzikte ilerleyip profesyonel seviyeye geçen çocuk sayısının da artmasına katkıda bulunuyor olabilir. Türkiye’deki müzik çevresinin de çok takdir ettiğim şekilde bu gelişmeleri yakından takibi sayesinde de dünya çapındaki etkinliklere hem bu etkinliklere giden katılımcılar hem de düzenlenen etkinlikler açısından bakarsak Türkiye her geçtiğimiz yıl daha da aktif biçimde ön sıralarda yer alıyor.
Bu arzı karşılamanın en kritik yollarından biri ana akım medyanın kültür ve sanatı çok daha içsel bir şekilde benimseyip ülkedeki tüm insanlara sanatın bir parçası olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu göstermesi olabilir. Ülkemizin güzel ve meraklı insanları kültür ve sanatın çeşitli dallarının hoşluğunu farkına varmaya başlarlarsa, mutlaka öyle ya da böyle klasik müzik ile de karşılaşıp geri dönemeyen insanlar, dinleyiciler arasında yerlerini alacaklardır. Hem böylece klasik müzik dinleyicisi olmanın gerektirdiği görgünün insanın kendi isteği ve merakıyla geldiği daha organik büyümüş dinleyici kitleleri oluşur, bu da ülkede icra edilen klasik müziğin kalitesini arttırarak klasik müzik çevresine çok büyük bir katkıda bulunmuş olur.
Yakın dönem hayalleriniz, planlarınızı da bizimle paylaşabilir misiniz?
Musikhochschule Trossingen’e geldiğim günden beri oda müziği hayatımın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Solo piyanoya hayatımın sayısız saatini ayırmış biri olarak yanımda benimle beraber çalan arkadaşlarımı dikkatle dinleyip bir bütün olarak müzik yapmak, bir gruba ait olmak, küçüklüğümden beri orkestrada çalan arkadaşlarıma bakıp imrendiğim bir aktivite olmuştur. Eğer her şey istediğim gibi gidecek olursa, şu anda önüme baktığımda bol bol oda müziği ve yeni müzik projesi görüyorum. Solo piyanoda ise bundan iki sene sonra vereceğim mezuniyet sınavımda, lise yıllarımdan beri hayalini kurduğum “üniversite mezuniyet resitalimde şunu da çalacağım” şeklinde adlandırdığım repertuvarımda kendime koyduğum eser hedeflerini büyük bir hevesle çalışmaya devam ediyorum.
Bunun yanında beste çalışmalarım son hızıyla devam ediyorlar, 2018’de besteleyip halen yurt içi ve yurt dışında konserlerde seslendirdiğim Aksak Ölçüde Rondo’nun ardından benzer yapıda aksak ritme sahip dört rondodan oluşan kitabımı yayınlamaya hazırlanıyorum, bu dört rondo pandemi biter bitmez konserler vermeye geri döndüğümde sahneden kesinlikle eksik etmeyeceğim eserler olacak. Ondan sonra da otomatik piyano için yazdığım bir eser ve en sonda da yavaş yavaş gelişme kaydettiğim, 12 yaşında yaptığım ilk bestelerim ‘Karagöz Hacivat’ ve ‘Gılgameş’in hikaye anlatıcı yapısının izinden giden büyük bir projem var.
Müzisyen olmayı mesleğim edindiğimden beri konserden konsere koşan bir sahne sanatçısı olmak en büyük hayalim oldu, fakat son yıllarda yavaş yavaş insanlara bir şeyler anlatmayı, açıklamayı, öğretmeyi de ne kadar sevdiğimi ve bunları yaptıkça kendimi de mutlu ettiğimi fark etmeye başladım. Hocalarımı ders verirlerken daha dikkatli izlemeye, bilgiyi karşıya aktarmak için hangi metodlara başvurduklarını izlemeye başladım. Öğretmenliğin bilimine olan merakımı gidermek için okuduğum pedagoji kitapları, aldığım ek pedagoji dersleri bu merakımı daha da büyüttü ve uzun süre düşündükten sonra önümüzdeki dönemden itibaren konser piyanistliği eğitimimle beraber yan profil olarak piyano pedagojisi de almaya başlayacağım. Halen ana hedefim konser odaklı bir sanatçı olmak evet, fakat araştırma ve durmaksızın öğrenme ile geçirmeyi planladığım hayatımda ileri bir tarihte öğrendiklerimi gelecek nesile aktarma sorumluluğunun ağırlığını hissedeceğimi tahmin ediyorum, ve o gün geldiğinde beni dinlemek isteyen insanların karşısına geçtiğimde gerçek bir akademisyen kişiliği ve disiplinine sahip olmak istiyorum.
[…] https://meneksetokyay.com/2021/08/05/almanyadan-basarili-genc-piyanist-emre-nurbeyler-her-zaman-iyi-… […]
BeğenBeğen