Genç kompozitör Bogatay Köprülü: “Büyük bestecilerin hepsi yol göstericilerim. Besteciliği onlardan öğrendim”

1991 yılında İstanbul’da doğan Bogatay Köprülü; orkestra, solo ve oda müziği yaratan çok yönlü ve müziğe tutkuyla bağlı bir Türk müzisyen, icracı ve besteci… “Müzik, başı ve sonu olmayan bir yol” diyor. Ona ayrı bir sorumluluk ve aynı zamanda övünç kaynağı olan şey ise, 17. yüzyılda tüm Osmanlı Devletini yöneterek tarihin akışına dokunmuş Köprülü ailesinin 10. kuşak üyesi olması…

Köprülü’nün son eserlerinden Piyano Konçertosu, İzmir’de düzenlenen “Eczacıbaşı Ulusal Beste Yarışması”nda jüriden tam puan, katılımcı oylamada da üçüncülük ödülünü aldı. Gülsin Onay, söz konusu besteyi, “çok üstün kalitelere sahip bir yapıt” olarak tanımladı.

Daha iki yaşındayken duyduklarını piyanoda taklit etmeye ve derinlemesine müzik düşünmeye başlayan Bogatay Köprülü, ardından ilk eğitimini 5 yaşındayken Piyanist Birsen Ulucan’dan aldı. Sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı yarı zamanlı piyano bölümüne girdi. Bu arada İstanbul’un en değerli okullarından Saint Joseph Fransız Lisesi’nde okudu.

Bu uzun dönemde, Piyano Konçertosu, Çello Konçertosu, üç doğaçlama eser, kısa parçalar ve gençlik yıllarında yazdığı gelişen becerilerini sergileyen müthiş bir Piyano Sonatı da dahil olmak üzere birçok eser bestelemeye kendini adayan genç müzisyen, aynı zamanda sahne için için çeşitli müzikal komediler düzenledi ve yönetti.

2016 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Prof. Tolga Zafer Özdemir ile kompozisyon eğitimini tamamladı. Sonrasında Hannover’de eğitim veren Prof. Vassilia Efstathiadou ile özel öğrencisi olarak piyano tekniğini geliştirdi. Hırvatistan, Girit ve Bodrum-Gümüşlük de dahil olmak üzere bir çok ustalık sınıfında yer aldı. Devlet Sanatçısı Piyanist Gülsin Onay, Prof. Konstanze Eickhorst, Piyanist Francesco Libetta gibi isimlerle çalıştı.

Ayrıca, Eylül 2019’da, Orkestra Şefi Prof. Sabrie Bekirova ve Maestro Tugan Sokhiev’den orkestra şefliği eğitimi almak üzere Fransa – “Institut Supérieur des arts de Toulouse” (isdaT)’da giriş sınavında başarılı oldu. Henüz eğitim için destek arama sürecinde iken salgın nedeniyle bir süre için ülkesinde kalmaya karar verdi.

Boğatay Köprülü’ye göre nitelikli müzisyenlerin yetişmesi için daha fazla nitelikli eğitmenin eğitim kurumlarında yer bulmasına ihtiyaç var. Bana ulaşan, tanıdığım, tanıma şansını yakaladığım, müziği hobi değil, hayatının bir parçası olarak yürütmek isteyen gençleri ve çocukları çok büyük bir boşlukta ve sahipsiz görüyorum. Sanki rüzgar nasıl eserse ona göre sürükleniyorlar. Aksine amatör olarak müzikle ilgilenenlerde hep daha fazla azim ve merak var” diye açıklıyor düşüncesini.

Şu anda Kadıköy’deki stüdyosunda ögrencileriyle derslerine, günlük çalışmalarına ve müzik yazmaya devam eden ve onlara “Müziği izlemeyin, sadece dinleyin. Gördüklerinizin ve isimlerin kurbanı olmayın. Sahnede solo icracıların ya da şeflerin şovmen, kendiliğindenlikten uzak hareketlerinden etkilenmeyin. Evinizde görüntüsüz ve hatta isimsiz şekilde karıştırıp dinleyin ve değerlendirin. Kendinizi de görüntüsüz bol bol dinleyin, dinletin” diyen Köprülü’nün bu değerli başarısını Fransa’da bir eğitimle perçinlemesi için ilgili burs imkanını yakalaması çok önemli. Böylesine değerli ve müzik dünyasına sürekli, yorulmaksızın katkı sağlayan müzisyenin elbette bu kurumsal desteği bulacağına inancım sonsuz.

Kendisini, geçmişini, bugününü ve ideallerini yakından tanımak isterseniz çok keyifli bir söyleşi sizleri bekliyor:

Müziğe olan ilginiz nasıl ortaya çıktı ve bunun üzerine nasıl bir eğitim inşa ettiniz?

Müziğe olan ilgimi ailem keşfetti. 2 yaşındayken, annemin kucağında babaannemin bir buçuk asırlık piyanosuna ellerimi koydum. Bir daha de hiç çekmedim. Başlangıç noktası odur. Sonra çok iyi hatırlıyorum, siyah ve beyaz tuşlarla ve aralıklarıyla oynamaya başlayıp, ilişkilerinden anlamlı bir şeyler yapmaya çalışıyordum.

6 yaşındayken Piyanist Birsen Ulucan’la ilk derslerime başladım, notaları öğrendim. Aklımda kurduğum müzikal dünya ile öğrendiğim nota sistemi o kadar farklıydı ki, hayal kırıklığına uğradığım. Hala o beş çizgili, porte düzenine alışamadım. Sonrası uzun zaman boyunca konservatuarın koridorlarında geçti. Yarı zamanlı idim. Bir yanım herkes gibi normal bir okula, normal arkadaşlıklara aitti, öbür yanım konservatuara, onun disiplinine ve müziğe. Geriye dönüp bakınca aynı anda iki farklı hayat yaşamış gibi hissediyorum. Bir yarı zamanlı olarak belki de çok fazla ciddiye alıyordum müziği. Okulun ötesindeydi hep. Halen de öyle, hayatımın kendisi ve de ötesi.

Üniversitede ise Prof. Tolga Zafer Özdemir hocam beni çok etkiledi. Bildiklerimin çoğunu onunla pekiştirdim. Yanlış ve çok uzun sürede öğretilen ve de “Besteciler bu saçmalıklarla mı beste yapıyor?” dediğim “Armoni”ye bakışım tamamen değişti. İçimdeki doğal hisler karşılığını buldu ilk defa. Mezun olduktan sonra, piyano çalışmalarıma kaldığı yerden devam etmek ve kendimi geliştirmem gerektiğini düşündüğüm için, bir çok soruya cevap bulmak adına Almanya’ya gittim. Orada Prof. Vassilia Efstathiadou ile piyanoya dair doğru sandıklarımın, öğrendiklerimin tamamını unutup, enstrümanımı ve kendimi baştan tanıma şansını yakaladım. Özel olarak birebir, usta çırak olarak saatlerce çalıştık, düşündük, paylaştık.

Özetle, konservatuar eğitimi tüm yetersizliklerinin ve hatalarının yanında bana çok büyük bir disiplin, ciddiyet ve aynı anda birkaç işi yapabilecek çalışma azmini verdi. Sonrasındaki yıllarda ise bu azim ile ‘tabula rasa’ – bir silbaştan yapıp işin doğrularını öğrenerek içimdekini ortaya çıkaracak kaynağı ve dayanıklılığı buldum.

Son eserlerinizden olan piyano konçertosu, hem öl aldı hem de devlet sanatçımız Gülsin Onay’ın beğenisini topladı. Bu konçertonun temasını, hangi duygularla yazdığınızı biraz anlatır mısınız?

Düşünüyorum, hangi duygular? Bedensel duygularımızdan çok öte bir kaynak. Daha çok ruhsal bir beslenme süreci. Bu konçertonun çıkış noktası ikinci bölümünün ilk teması. Sanırım 2003 yılında, Anadolu Hisarı civarlarında bestelemiştim. Piyanoda küçük bir parçaydı. Bana bilge, doğa ile bütün, su ile bütün, hava ile akan, etrafımızdaki enerjiler ile dost gibi gelmişti. Sonra bu tema etrafında spiral gibi dönmeye, sarmal halinde her yerine dolanmaya başladı fikirler. Araya çok zaman girdi. Bu sürede çokça yaşanmışlık oldu, ben değiştim, geliştim. Yıllar sonra, hocam Tolga Zafer Özdemir sayesinde hepsini bir araya getirecek, fikirlere hükmedecek ve müziğin ne olacağına karar verecek ân’a vardım. Zor bir süreçti. Beni etkilemeyen, tüylerimi yer yer diken diken etmeyen, sadece aklımdan ve mantığımdan çıkmış, bir çeşit klişe ve hesap-amaç dolu gibi gelen müzikleri yazdığımda, onları yırtmak konusunda çok hızlıyım ve acımasızım. Her şey doğal bir şekilde bittiğinde, geriye dönüp bakınca “bunu ben mi yazdım” diyorum, şaşırıyorum. Çok güzel bir duygu.

Neden başka bir enstrüman değil de piyano sizde bir tutku oldu?

Piyano ile büyüdüm. Babam meslek haline getirmeden, amatör bir tutkuyla uğraşır, beste yapar, çalar ve kaydederdi. Onu örnek aldım doğal olarak. Babaannemin piyanosu çok eskiydi ama bazı tuşları tam basmıyordu. Günlük ve uğraş idi. Su içer gibi her gün hayatımın bir yarısı bir şeyler çalarak, deneyerek geçiyordu. Annemin çok büyük desteğiyle ilk piyanom Lirika, gizli saklı işlerle bir şekilde bana gösterilmeden eve geldiğinde çok büyülendim. İçini henüz bilmiyordum, nasıl çalıştığını merak ettiğim bir muammaydı. Dışı alacalı bulacalı bir kızıl. Tuşların hepsi çalışıyor ve doğru sesleri çıkarıyor. İlk yaptığım iş kulağımı dayayıp bastığım sesleri sönene kadar dinlemekti. Elektrikten bağımsız, antika piyanonun dertlerinden uzak, gerçek ve tam çalışan doğanın lütfu insanın zanaati bir kutuydu. Canlı, yaşayan bir varlık gibi, yol arkadaşıydı aslında. Zorunluluklar, saatlerce tekrarlar veya çalışmalar dışında, kendimce ve özgüce vakit geçirdiğimde hiç sıkılmadan başka bir evrene, daha gerçek bir diyara açılabiliyordum. Hala da öyle, bir kapı sanki. Başına oturduğumda başka bir boyuttaki evime gelmiş gibi hissediyorum. Çok yoğunlaşırsam açlık bile duymuyorum. Hatta yalnızlık bile. Dünyanın tüm çözülemez dertleri çok basit kalıyor yanında. Yazılmış bir müziği ilk defa öğrenirken veya doğaçlarken ve hatta iyice kendimi kaybedip yeni bir şeylere hayat vermeye başladığımda, klavyeden, o müzik kutusunun başından ayrılmak istemiyorum.

Köprülü ailesinden gelmeniz size nasıl sorumluluklar yükledi?

Gayet normal, gösterişsiz, ekonomik olarak orta direk, kalbiyle ve fikirleriyle asil kalmış, memuru, askeri, mühendisi, düşünürü, düşündükçe de derdi bol olanlar ile dolu bir ailenin içinde büyüdüm. Fazlası ise, tabii ki yakın ve uzak tarihe dair hikayeler konuşulanların arasındaydım hep. Ya da bağlı olduğumuz ve yaşattığımız vakfın hikayeleri, dedemin koşturmaları gündemimizin, hayatımızın yani benim çocukluğumun tam ortasındaydı. Bunları duyarak, takip ederek büyüdüm. Bir günümüz bile bu konulardan uzak geçmezdi. Hala da öyle sayılır. Sorumluluk ise manevi olarak tabiki var ve bunu seviyorum; tarihte 17. Yüzyılda Osmanlı çöküşün eşiğindeyken ve sonra özellikle de Cumhuriyet’in kuruluşuna giden yıllarda, yani önemli ve kuvvetli zamanlarda yine önemli ve kuvvetli işler yapmış onlarca insanın hikayesini dinledim. Kitaplarda okudum. Zamanla içten gelen bir ders niteliğine büründü hepsi. 3 asır boyunca her dönem bu atalar, topraklarını ve devletlerini düştüğü bataklıktan kurtarmak derdinde hayatlarını feda etmişler. Bildiklerim, bire bir tarihe tanıklık gibi. Bu yüzden günümüzdeki birbirleriyle didişen tüm siyasi cephelere hayretle bakıyorum. Bir damla bile tarih bilmek, ama başkalarının bize biçmediği, öz tarihimizi bilmek çok önemli. Başkalarının neferi olmamak için bir damla bile doğru tarih bilgisi çok önemli. Bu ailevi birikim, bazen öylece durup uzun uzun düşünmeme neden oluyor…

Peki Osmanlı müziğine ilgi duydunuz mu? Örneğin Osmanlı’da klasik müziğin yerine dair araştırmalarınız oldu mu?

Tabiki. Ama doğrudan Osmanlı sınırları içerisindeki müzikler diyelim. Özellikle konservatuardan kalan aydınlanma dönemi Fransız tipi zoraki, tutucu armoni anlayışını terk edip, bütün müziğin tek bir kök armoni anlayışıyla açıklanabileceğini gördüğümde, merak alanım da genişledi. Üzerine özenle çalışmadım. Makam üzerine yoğunlaşmadım. Ama sessel tarihten çok şey öğrendim. Bazı albümler var kaynak olarak dinlediğim. Osmanlı müziğine dair büyük koleksiyonlar. Bugün Osmanlı nasıl zannediliyor hayretler içerisindeyim. Çoğumuzun içinde yaşayan sesler değil midir bunlar? Hem Doğu Roma-Bizans hem de Türk atalarımızdan bin yılı çokça aşkın süre boyunca karışıp bize miras kalmış sesler. İlgisiz olmam hatta kendi çok sesli müziğimde bile izlerini görmemem mümkün değil.

Eser bestelemeye ve müzikal komediler düzenlemede karar vermenizde nasıl bir motivasyon vardı? Kompozisyon mu piyano mu sizde ağır basmaya başladı?

Bestecilik, müziğin varlığını fark ettiğimden bu yana koşulsuzca hayatımda olan bir alan. Piyano ise bunu hayata geçirmekte kullandığım bir araç. Kendimce bir kutsallığı da var tabii. Ya da yol arkadaşım, yön bulma aracım. Fikir olmadan konuşmak nasıl boş ise beste olmadan da enstrüman bir işe yaramaz. Bu noktada beste dediğimiz fikirdir aslında. Düşünce tarzının sessel bir yansıması. İcracı kimliği ile düşündüğümde de piyano asla meslek olarak, bir iş olarak ağır basmadı. Ağır basan icra ettiğim bestecilerdi. Yani hem onların fikirleri, düşünceleri ve hem de benim yaklaşımımdı. Yaklaşımım yer yer fikre ve besteye dönüştü.

Tiyatro için çalışmak, düzenlemek, bestelemek, lise yıllarımda başladığım bir işti. Son birkaç senede ise profesyonelleşti. Salgın döneminden hemen önce çok güzel bir proje üzerinde çalışıyordum. Hatta son sahneye çıkışım Antalya AKM’de katılımcı etkileşimli bir tiyatro oyunu ileydi.

Yurtdışından ve yurtiçinden çok değerli ustalık sınıflarında yer aldınız. Bunlara bir bütün olarak baktığınızda sizde nasıl etkiler bıraktılar? Tekniğinize nasıl yansıdılar?

Usta çırak ilişkisini günümüz üniversite sisteminde kredi puanlarına ve 1.5 saatlik derslere kurban ettik, hem de tüm dünyada, maalesef. Sadece doğru ve hızlı çalmak gibi anlaşılmaya doğru gitmiş olsa dateknik, yunanca techne, sanatı yani fikri, işçilik ile beraber anlatır tek kelimede. Piyanist ve büyük usta eğitmen Heinrich Neuhaus da bunu defalarca vurgular. Fikri yansıtacak sese giden yolculuktur aslolan. Yolculuk ise ömür boyu bitmez. Köklü, geleneksel bir tekniği, birinci elden duymak ve öğrenmek için ustam dediğim Prof. Vassilia Efstathiadou ile birebir çok fazla vakit geçirdim. Bu çağda usta çırak ilişkisini kurduk. Bunu başardık. Sonra düşündüklerimi ve öğrendiklerimi ustalık sınıflarına katılarak yolda olan başka usta müzisyenlerle paylaşmak, onların yolculuk tarzlarından çıkarım yapmak bambaşka bakış açıları kazandırdı. Yolu yürümeyi doğru öğrendikten sonra kimsenin aynı yerden yürümediğini, ama benzer şeyleri aradığını görüyorsunuz. Bazen de çok iyi sandığımız isimlerin şöhret dışında hiçbir şey aramadıklarını fark ediyorsunuz. Kendi fikirlerinizi, yolunuzu çizerken daha emin ve bir o kadar esnek oluyorsunuz ustalık sınıfları sayesinde.

Müzisyenler açısından yarışmalar” konusu zaman zaman eleştirilere konu oluyor. Sizin bu konudaki duruşunuz nedir?

Ben de beste yarışmasına katılmış ve ödül kazanmış, bu sayede ülkemizin çok değerli klasik müzik sanatçılarına ulaşmayı başarmış bir müzisyen olarak söyleyebilirim ki yarışmak, müziğin doğasına aykırı. Benim de yarışmaktaki tek amacım, eserimi bir orkestranın çalması, bu fırsatla ortaya koyduğum müziği herkesle paylaşabilmekti. Tüm bu süreçte müziğin içinden değerli hocalarımızın fikrini almak, her tür dinleyiciden değişik fikirleri duymak paha biçilemez.

Tekrar ediyorum, müzik ile alakalı hiçbir alanda yarışılamaz. Bu bir spor değil ki objektif bir kıstas olsun. Ölçü birimi nedir? Kimin en hızlı, en önce tamamladığını mı ölçelim? Kaç yanlış notadan kaç puan kıralım? Fikre ve derinliğe bakacaksak yarışmaktan nasıl söz edebiliriz hem icrada hem bestecilikte? Felsefe yapmamız gerekir müzik için. Bol bol festival düzenlemeliyiz. Daha çok icracıya ve daha çok besteciye var olma ve nefes alma alanı yaratmalıyız. Bu festivallere müzisyenleri teknik anlamda yetiştirmeliyiz. Bunun için esas eğitmenlerin ve ustalaşmış eğitmenlerin kendi aralarında saygı ve yüksek bir seviye çerçevesinde gencleri yetiştirmek için iyi bir niyetle yarışması gerekir.

Sizin müzikal yolculuğunuza iz bırakan kompozitör hangisi?

Büyük bestecilerin hepsi yol göstericilerim. Besteciliği onlardan öğrendim. İcra ettikçe, orkestra eserlerini inceledikçe, nasıl ve neler yazdıklarını öğrendikçe daha da gelişiyorum. Doğal ve kaliteli yemek gibi, onları bünyeme alıyorum. Artık bu besteciler gibi çok fazla kalmadı. Tıpkı iki üç nesil öncesinin doğadan yediği gıdaları bugün ancak “organik” diye bulabilmemiz gibi. Müzik, dışarıdan kasıtlı olarak büyük darbeler aldı son yüzyılda. Sektörleşti. Çirkinleşti. Hiç birini ayıramam eski büyük bestecilerin ama benim için bir tık hızlıca aklıma gelenler olarak J.S. Bach, S. Rachmaninoff ve H. Villa Lobos diyebilirim. Şunu da ekleyeyim. Her bestecinin hem göreceli olan hem de olmayan iyi veya kötü eserleri var. İz bırakanlar aslında bestecinin doğrudan kendisinden öte, önemli köşe taşı eserler diyebilirim.

Peki repertuarınızın olmazsa olmaz üç eserinden söz edebilir misiniz?

F. Liszt – si minör Büyük Sonat,

L.v. Beethoven – Appassionata Op.57,

S. Rachmaninoff – Piyano Sonatı Op.36

Bir yandan da eğitmenlik yapıyorsunuz. Öğrencilerinize en çok verdiğiniz öğüt hangisi?

Küçük bir hatırlatma yapayım. Sviatoslav Richter, son konserlerinde sahne ışıklarını kapatır hatta önüne notayı açar, sadece elinde ve notada küçük bir ışıkla çalardı. İzleyiciyi sadece ve sadece dinleyici halinde tutmak için…

En önemli tavsiyem şu ki müziği izlemeyin, sadece dinleyin. Gördüklerinizin ve isimlerin kurbanı olmayın. Sahnede solo icracıların ya da şeflerin şovmen, kendiliğindenlikten uzak hareketlerinden etkilenmeyin. Evinizde görüntüsüz ve hatta isimsiz şekilde karıştırıp dinleyin ve değerlendirin. Kendinizi de görüntüsüz bol bol dinleyin, dinletin.

Artık kimse yıllar boyu günün her saatini, hayatını müziğe adamak ve bunu yine sadece müzik için yapmak istemiyor. Bunu çok gördüm, duydum, deneyimledim. Daha hızlı, daha zahmetsiz ve daha şöhret dolu, tanınırlık ve de sadece para odaklıyız, çocuklar bile!

Acele etmeyin. Müzikte hiçbir başarı birkaç saat, hafta, ay ya da bir iki yılda elde edilmiyor. Müzik ile çok ve kaliteli vakit geçirmeyi, ayrıca egonuzdan ve bedeninizin arzularından kurtulmayı hedefleyin. Aksi taktirde sosyal medya fenomeni olmaktan öteye gidemezsiniz.

Müzik, başı ve sonu olmayan bir yol.

Peki yeni nesil çocuk müzisyenlerde bir artış gözlemliyor musunuz? Bu müzisyenlerin müzik hayatına kazandırılması için nasıl politikalara ihtiyaç var sizce?

Öncelikle normal ilkokullardaki ve liselerdeki müzik dersleri geleceğin iyi dinleyicilerini, bilgili velilerini müziğe kazandırmalı, yetiştirmeli. Yetenekli ve dirayetli olanları da tamamen içlerinden geliyorsa müzik yapmaya yönlendirmeli.

Yeni nesil müzisyenlerin sayısı artıyormuş gibi hissetmemize sebep olan aslında sosyal medya. Aramadan bulabiliyoruz herkesi. Karşımıza çıkıyor kendiliğinden. Bu sayede görünürlük arttı. Bunca imkan içerisinde nitelikli genç ve çocukları daha çok görmeliyiz. Ama çağımız nicelik çağı.

Nitelikli müzisyenlerin yetişmesi için daha fazla nitelikli eğitmenin eğitim kurumlarında yer bulmasına ihtiyaç var. Bana ulaşan, tanıdığım, tanıma şansını yakaladığım, müziği hobi değil, hayatının bir parçası olarak yürütmek isteyen gençleri ve çocukları çok büyük bir boşlukta ve sahipsiz görüyorum. Sanki rüzgar nasıl eserse ona göre sürükleniyorlar. Aksine amatör olarak müzikle ilgilenenlerde hep daha fazla azim ve merak var.

Bu konuda devlet kurumlarının ve devlet desteklerinin çok daha verimli çalışması lazım. Yoksa müzik, ekonomik olarak büyük fedakarlık ve manevi anlamda cesaret gerektiriyor. Özel yapılanmaların gerçekten ihtiyacı olanlara kaynak ve burs imkanı ayırması lazım. Bir damla kaynak ve yetenek boşa gitmemeli. Ama bu neredeyse tüm müzik okullarımızda ve destek kurumlarında çokça yaşanıyor. Büyük şehirlerde neredeyse her sokağa bir tane açılan kurslarla da sorun iyice katmerleniyor. Sanat yön veremiyor, suda eriyen tablet gibi yok olup gidiyor.

Müzik eğitiminiz boyunca herhangi bir kurumsal destekten, burstan yararlandınız mı?

İlk kurumsal müzik eğitimimi İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda aldım. Kompozisyon alanında da İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde tam yetenek bursu kazandım. Yurtdışındaki bire bir çalışmalarımda ise ailem dışında destek almadım. Bir yandan çalışıyor ve ders veriyordum.

Çok ve fazla fazla kazanmak için de, eğer tek hayat amacınız bu ise, icracıların ve özellikle bestecilerin ilk yaptığı niteliği kısıp niceliği artırmak oluyor maalesef. Bu şartlar altında da sanat ve fikir topluma yön verecek konumunu yitiriyor. Pop kültürün parçası haline dönüşüyor.

Sanatı yaşatmak için gönülden destek ve sponsorluk olmazsa olmaz. Klasik müziğin tarihi ve kaderi de böyle değil mi? Klasik müzikle uğraşan müzisyenlerin hayatları boyunca her zaman desteğe ve sponsora ihtiyaçları oluyor. Bu tartışmasız bir gerçek.

Çok değerli bir piyanist ve besteci olarak sizin süper gücünüz nedir peki? 

Benim süper gücüm diye bir şey var ise; müziği egodan uzak, temiz ve arı tutmam olabilir.

Sahneye çıktığınızda neler hissediyorsunuz?

Çok sarsıntılı, kuvvetli bir heyecan. Her şeyi yapabilecek bir gücün, bir kaynağın bedenlenmesi hali. Çoğu insan hayatında sadece evlenirken sahneye çıkıyor, ne büyük heyecan değil mi? Biz müzisyenler hep sahnedeyiz. Her şey o an bize bağlı. Hele solo çalıyorsanız… Zamana hükmetmeyi, onunla ân’a dair çalışmayı, ortaya çıkan enerjiyi hissetmek… Kısaca ritüelin oluşturduğu büyüyü tatmak hiçbir şeye değişilmez.

Müzik kariyerinizde şu ana kadar yaşadığınız zirve noktası” hangisi?

Bir eserimin çalındığı, paylaşıldığı ya da sahnede bulunduğum her an zirve noktasıdır benim için. Eğer sadece bir zirve arıyor olsaydım müzisyen olmazdım.

Beste yaparken nasıl bir fiziksel ortam tercih edersiniz?

En çok yürürken yaparım. İnsanlarla konuşurken arka planda düşünürüm. Uykumda çalışırım. Bazen sadece enstrümanın başında elimi açarken birden fikirlerin içinde bulurum kendimi. Uzak yollara giderken, otobüste ya da araç kullanırken aklım hiç durmaz.

Beynimde, orada bana ait bir orkestra ve mekan var. Bazen istediğim gibi başından sonunda Brahms 4. Senfoniyi çalarım, yönetirim. Bazen istediğim tınılarda uçarım. Kendi istediğim müziği yaparım. Düş halindeki bu karışıklık bazen isteyerek bazen kendiliğinden bir kalıba girer ve olgunlaşır. Aklımdan kaçamayacak noktaya evrildiklerinde, yani onları yakaladığımda çerçeveye koyar ve artık oturup yazarım. Sonra bakarım ki sığmamış ya da büyük gelmiş, çerçeveyi değiştiririm. İçindeki istediğim gibi ve olduğu gibi kalır.

O son yazma kısmında ancak; çok sessiz, her şeyden uzak, yalnız ve kapalı olmam gerekir. Bir çeşit trans hali olabilir. Hayali kağıda dökmek kısmı sanki mikro cerrahi gibi. Çok hassas. O an bölünürse vakit aniden dış etkenlerle dolar ve müzik masada kalır, müziği kaybederim.

Peki ülkemizde, bölgede ve uluslararası planda yaşananlar bestelerinize yansır mı, yoksa tamamen iç dünyanızdaki çalkantıları mı odak noktası alırsınız?

İç dünyası dışarıdan ayrık birisi ancak Platon’un mağarasında olurdu herhalde. Gerçi sosyal medya çağında hepimiz o mağaraya gönüllü girmedik mi? Pil gücümüz aldığımız nefesten daha değerli olmaya başlamadı mı? Teknolojinin ve bilimin ne kadar yüzdesini açlığı bitirmeye, her bir insanı eşit ve adil bir hayat seviyesine taşımaya kullanıyoruz? Dünyada hangi ülke, özel şirket veya yatırım gerçekten medeniyetin peşinde? Bu kadar buluş ve imkan varken neden ileriye gitmiyoruz?

Karşılıksız üretilen metalar ile çalışan sistem nefes almayı güçleştiriyor. Dünyayı birkaç piksel ve matematik hesabından ibaret bir alanda yaşamaya çalışıyoruz. Elektriğimiz kesilince tüm hayallerimiz de karanlıkta kalıyor.

Bunlar, müziği düşünürken kenara atabildiğim konular değil. Bu kısılıp kaldığımız karanlık şartlar altında, en kuvvetli araç olan müzik ile biraz da olsa şifaya ve insan olmak mücadelesine katkı sağlamaya, tohum ekmeye çabalıyorum.

Bir besteci için başarı” kriteri var mıdır?

Müzik ile insanlara bir şey söylemektir derdiniz, ne kadar söyleyebildiğinizdir başarı. Zaten besteler amacını her zaman içinde barındırır, bunu saklayamazsınız. Numara yapamazsınız. Duyabilen kulak hemen anlar, algılar. Mesela şöhret için ona uygun çalışırsınız, yazarsınız, çalarsınız, hayatınızı ve olayları ona göre şekillendirirsiniz, ne kadar konuşuluyorsanız başarı o zaman da oradadır.

Besteciliği neden yaptığınızla alakalı olarak başarı kriteri mutlaka vardır, olmalıdır da. Bu yüzden kendi amacımı ve başarı anlayışımı, müziğimin ve çıkardığım seslerin dışında ayrıca belirtmeme gerek olmadığını düşünüyorum.

Kariyerinizin en başına dönseniz değiştirmek istedikleriniz var mı?

Bu gibi karanlık kuyuda düşünceler insana “aah ah” dedirtebiliyor. Ama bugünü var eden, o geçmişte her ne olduysa hepsi! O yüzden bir taşı bile yerinden oynatmak istemem. Hem faydası yok hem de gerek yok. Her bir saniye bugünü oluşturan küçük bir taş. Önemli kırılma noktaları var, ve oraya giden süreçler. Tıpkı müzikte kuvvetli zaman ya da kuvvetli fonksiyonların oluşması gibi. Evrende de patlamalar, yanmalar, yok olmalar olmadan bugüne gelemezdik herhalde?

Peki, müzik tarihinde yaşamayı arzuladığınız dönem hangisi?

Yaşamayı arzulamadım. Onun yerine, daha iyisi, bazı dönemlere şöyle bir gidip bakıp geri gelmek iyi oldurdu. Mesela Sümer dönemini, tapınaklarını merak ediyorum. Kadim pagan toplulukların ritüellerini merak ediyorum. Keltlerin, Türklerin birbirine benzer ve binlerce senedir yaptıkları ritüellerde müziği nasıl kullandıklarını deneyimlemek istiyorum. Yakutların ses için kullandıkları ‘ton’ kelimesini konuşmalarında duymak istiyorum. Sonra Troubadour’ların şarkıları ile katettikleri yolları, eş zamanlı olarak kilisede hizaya getirilmeye çalışılan armoniyi göz açıp kapayıncaya kadar bir süre içinde zaman ve mekan değiştirip dinlemek, tanık olup daha da idrak etmek istiyorum. Bach Lübeck’e yürürken ona görünmeden eşlik etmek istiyorum. Belki ona bir esinti gibi gelirdi, ürperirdi. Neden olmasın?

Eğitiminize baktığımda siz de benim gibi Fransız ekolünden geliyorsunuz. Fransada piyano eğitimini Türkiye ile kıyaslar mısınız? Müzisyenlere sağlanan olanaklar ve fiziksel araçlar açısından farklılıklar nedir?

Tabii sadece Fransa’da değil özellikle Avrupa’da müzisyenlere sağlanan eğitim olanakları, fiziksel araçlar bizim çok ötemizde. Piyano hatta müziğin her alanında eğitim ise doğrudan doğruya ustanız, hocanız ile alakalıdır. Ama “conservé” yani konservatuarcılık adeti, tutucu bir Fransız geleneği. Biz özellikle İstanbul’da Fransız ekolününü örnek almış hatta bire bir kopyalamış durumdayız. İstisnalar var elbet ama kurum, koltuk soluksuz devam eden ve ilerlemeyen bir kervan.

Genç müzisyenlerin, idealist olmaları ve Avrupa’da özellikle de Almanya’da bir dönem eğitim alıp, sonra burada hem çok yüksek seviyede konser verebilen hem de kişiye uygun tekniği doğru aktarabilen eğitimciler olarak okullarımıza hızla yerleşmesi gerekiyor.

Yakın döneme dair hayalleriniz ve projeleriniz nelerdir?

Yeni tamamladığım bir “Çello ve Orkestra için Rapsodi”m var. En kısa zamanda bunu hayata geçiriyorum ve sahneye çıkarıyorum. Gönlüm önce Türkiye’de, kendi toprağında icra edilmesinden, prömiyerinin yapılmasından yana.

Hayalim her zaman iyi şefler, iyi orkestralar ve de iyi enstrüman ile daha çok sahnede olmak. Kısacası iyi ve iyi niyetli müzisyenler ile ve dinleyicilerle bol bol müzik paylaşmak.

Bu keyifli söyleşi için çok teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.

One comment

  1. Çok kapsamlı,dolu dolu bir söyleşi olmuş.👏👏👏 Ben de oğlumla 2018 de İzmir’de Adnan Saygun Kültür merkezinde Beste yarışmasına tanık olduk.Bizim için de büyülü bir ortamdı.Üç değerli besteci ve üç değerli piyanist…Söyleşiniz de genç müzisyenlere ve akademisyenlere ışık tutacak bilgiler içeriyor… Teşekkür ederiz 🙏🙏🙏🍀💐

    Beğen

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s