Genç kuşağın seçkin piyanistlerinden Burak Çebi, müzisyen bir aileye gözlerini açtığı hayatının her evresinde müzik odak noktasında oldu ve aldığı kapsamlı bir eğitim neticesinde şu anda Türkiye’de de uzun süredir yaşadığı ve müziğini icra ettiği Berlin’de de değerli piyanistler arasında ismi sıklıkla telaffuz edilen bir müzisyen.
Avrupa’nın birçok şehrinde olduğu gibi Türkiye’de de önemli ödüller kazanan, Beethoven’ın geç sonatlarına ve Chopin’in Noktürnlerine getirdiği özgün ve duygu yüklü yorumlarıyla öne çıkan, Berlin Filarmoni Oda Müziği Salonu, Münih Steinway-Haus, Leipzig Gewandhaus ve Hamburg Laeiszhalle‘de verdiği resital ve orkestralı konserlerle de seyircilerden ve müzik dünyasından büyük beğeni toplamış olan Burak Çebi’ye göre, “bize şevk, mutluluk, heyecan veren bütün sesler, piyano dediğimiz bu ahşap kutunun içerisinde saklı. bütün bunları en mükemmel şekilde ortaya çıkartmak için sadece parmakların ve zihnin değil, kalbin de açık olması gerekir.“
Kendisinin vardığı başarı noktasının arka planına bakarsak; 2016 yılında Franz Schubert ve Claude Debussy’nin eserlerini içeren ilk albümünü kaydeden Burak Çebi, 2013 yılında İstanbul Uluslararası Orchestra Sion Piyano Yarışması’nda 1.lik ödülünü, 2016 yılında İspanya’nın Orihuela kentinde düzenlenen Uluslararası Müzik Festivali kapsamındaki piyano yarışmasında 2.lik ödülünü ve İtalya’da 2016 yılında Rimini’de düzenlenen Musica Enharmonia Piyano yarışmasında yine 2.lik ödülünü, 2008 yılında Münih’te düzenlenen ‘Klavierpodium München’ yarışmasında ise jüri özel ödülünü kazandı. Ancak bir yandan da yarışmaları pek sağlıklı bulmuyor Çebi ve Einstein’ın bir sözünü anımsatıyor: “Eğer bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirecektir”. Çebi’ye göre; müzik gibi uçsuz bucaksız bir evrenin içerisinde müzisyenleri kabul görmüş birkaç parametreye göre değerlendirerek bazılarının diğerlerinden daha iyi olduğuna karar vermek pek de doğru değil.
Eğitimini İzmir Devlet Konservatuvarı’nda ve ardından Almanya’da Nürnberg Yüksek Müzik Okulu’nda devam ettiren Burak Çebi 2011 yılında aynı okulun piyano ustalık sınıfından mezun olduktan sonra, çalışmalarını devlet sanatçısı piyanist Hüseyin Sermet ile sürdürmüş ve İsviçreli piyanist Jean François Antonioli’nin ustalık sınıflarına düzenli olarak katılmış; bir yandan da Oda müziği ve Lied alanlarında da aktif olup Almanya çapında birçok oda müziği konserlerinde yer almış, oda müziği yarışmalarında ödüller aldı.
Berlin Sanat Üniversitesi ile Augsburg Üniversitesi Leopold Mozart Müzik Enstitüsünde öğretim görevlisi olarak genç müzisyenleri yetiştirme yolunda ilerleyen Burak Çebi ile repertuarında onu en çok neşelendiren eserlerden, müzik yapmanın konservatuarda mı sahnede mi öğrenildiğine, Türkiye’de klasik müziğin “egzotik” ve “elitist” bir olgu olarak değerlendirilmesinin sebeplerine ve en önemlisi de “neden müzik yapıyoruz?” sorusuna verdiği yanıtlara dek çok keyifli bir söyleşi yaptık. Bence daha fazla beklemeden okumalısınız ve ardından Çebi’nin muhteşem Chopin yorumlarından birini de kendinize armağan etmelisiniz:

Çok fazla müzisyenin olduğu bir aileden geliyorsunuz. Beş yaşında müzik dersleri almaya başladınız. Ve ardından İzmir’den Nuremberg’e uzanan bir gayret, mücadele ve başarı öyküsü yazdınız. Müzikle tanışıklığınız ve şu anda Avrupa çapında tanınan bir piyanist olma sürecinizi ve bugün uğraşlarınızı kısaca anlatır mısınız?
Müzisyen bir aileden gelmek benim klasik ve caz müziğiyle erken yaşta tanışmamı sağladı. Buna mukabil konservatuar öncesi aldığım müzik eğitimi bana temel müzik bilgilerini aşılamış olsa da mesleki anlamda ciddi bir eğitim değildi. İlk olarak İzmir Devlet Konservatuarı’nda, sonradan Nürnberg Yüksek Müzik Okulu’nda piyano ve oda müziği alanında eğitim gördüm. Nürnberg’de ustalık sınıfı diploması ile tamamladığım eğitimden sonra Berlin Sanat Üniversitesi bünyesinde öğretim görevlisi olarak çalışırken hem bu okulda, hem de Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yetkin müzisyenlerle ustalık çalışmaları yaptım.
Eğitim ve müzisyenlik hayatım boyunca, başkaları tarafından övgüler aldığım ve başarılı bulunduğum anlarda da, yaptıklarımı hiç bir zaman yeterli görmedim ve hep daha iyisini yapmaya çalıştım. Bunun ilerlemek adına vazgeçilmez bir şey olduğunu düşünüyorum. İçinde yaşadığımız müzik evreninde bir sanatçının iki şansı vardır, yükselmek için gayret etmek, veya en iyi ihtimalle yerinde saymak. Eğer yükselebiliyorsak, kendimizle barışık olmak adına bunu yapmalıyız diye düşünüyorum.
2013 yılından itibaren ulusal ve uluslararası çapta çok değerli ödüller aldınız. Bunlardan kısaca bahseder misiniz? Örneğin ilk ödülünüzü aldığınızda şaşkınlık mı yaşadınız yoksa bekliyor muydunuz?
Daha önceki ufak tefek ödülleri saymaz isek 2013 yılında İstanbul’da kazandığım ödül benim için ilk büyük başarı oldu. Cemal Reşit Rey konser salonunda TRT’nin canlı yayınladığı bir ödül töreni düzenlenmişti. Diğer beş finalist ile beraber izleyiciler arasında sonucun açıklanmasını beklerken çok heyecanlıydım. Belki inanmayacaksınız ama, o yarışmada birinci olacağımı o an biliyordum. Final performansımdan sonra bunu hissetmiştim ve hislerim beni yanıltmadı. İşin en güzel tarafı da, hem Türkiye’de hem Almanya’da bütün ailemin maç izler gibi canlı yayında töreni takip etmeleriydi. Tören sonrası babamla konuştuğumda yayını televizyonda komşularla beraber izlediklerini ve hayatında hiç bu kadar heyecanlanmadığını anlatmıştı. Diğer ailem ve arkadaşlarım da FaceTime üzerinden bir araya gelip ödülü aldığımda adeta bir futbol takımı şampiyon olmuş gibi sevinmişlerdi. Bunlar çok güzel hisler ve anılar.
Bundan sonra İspanya ve İtalya’daki yarışmalarda ödüller aldım. Esasen yarışmalardan hoşlanmayan birisiyim. Einstein’ın bir lafı vardır : “Eğer bir balığı ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirecektir” der. Müzik gibi uçsuz bucaksız bir evrenin içerisinde müzisyenleri kabul görmüş bir kaç parametreye göre değerlendirerek bazılarının diğerlerinden daha iyi olduğuna karar vermek ne kadar sağlıklı olabilir ki? Bunun yanında, eğer bu ödülleri kazanmasaydım kendimi dinletme şansım çok daha az olacaktı ve şu ana kadar vermiş olduğum konserlerin çok azını verebilecektim. Bu da çağımızın bir gerçeği.
Çok önemli yabancı piyanistlerin ustalık sınıflarında yer aldınız. Bunlar sizin müzikal gelişiminizde nasıl izler bıraktı? Öte yandan, devlet sanatçısı-piyanist Hüseyin Sermet ve piyanist-pedagog Jean-François Antonioli’nin rehberliği kariyerinizde önemli bir yere sahip. Onların piyano çalışınıza yönelik verdikleri birkaç öğüdü hatırlıyor musunuz?
Müziğin yapmanın konservatuarda değil, sahnede öğrenildiğine inanıyorum. Hem Hüseyin Bey, hem de sevgili Antonioli geçtiğimiz yüzyılın büyük hocaları ile çalışmış, ciddi konser kariyeri yapmış, albümler çıkartmış ve ödüller almış tecrübeli, büyük müzisyenler. Onlardan sadece piyano çalmanın inceliklerini değil, piyano başında bir kimlik sahibi olmak hakkında da çok şey öğrendim. Bunun dışında ustalık sınıflarında çalıştığım piyanistler de hep uluslararası sahnenin tozunu yutmuş insanlardı. Muhakkak ki hepsinin çalışıma ufak veya büyük etkileri olmuştur.
Müzik yapım sürecine şiirsel, içe dönüşe odaklı bir yaklaşım getirdiğiniz belirtiliyor. Bunu bize biraz açıklar mısınız? Kendi çalış stilinizi biricik kılan unsurlar neler oldu?
Bunu size tam olarak açıklayamam. Sebebi de şu : Ben müzik yapıyorum ve kişiliğim, alışkanlıklarım, kültürüm, tercihlerim ve burada sayamayacağım kadar çok parametre sonucunda ortaya bir şey çıkıyor. Bu ortaya çıkan şey başkaları tarafından “şiirsel” olarak değerlendiriliyorsa bunu anlayabilirim. Ancak benim için bu şiirsel veya içe dönük değil, “benim gibi, kendim gibi” olmak oluyor. Bana nasıl bir yaklaşıma sahip olduğumu sorarsanız cevabım şu : Her zaman kendime sadık bir yorum getirme çabasındayım. Tabii farklı insanlarda farklı etkiler yaratabiliyoruz, bu çeşitlilik güzel.
Grieg’den Bach’a, Haydn’e, Kamran İnce’den Bela Bartok’a, Prokofiev’e kadar çok geniş ve seçkin bir repertuarınız var. Ama bu repertuar içinde örneğin size en çok neşe aşılayan besteler hangileri?
Hem çalmaktan, hem dinlemekten keyif aldığım besteciler Haydn, Mozart, Schubert ve Schumann. Son zamanlarda yoğun olarak ülkemiz bestecileri üzerine çalışıyorum.
Sosyal medyayı da düzenli kullanan bir müzisyensiniz. Sizce sosyal medya bir piyanist açısından nasıl avantajlar ve varsa dezavantajlar doğuruyor?
Sosyal medya ucu bucağı olmayan devasa bir mecra. İçerisinde aradığınız her şeyi bulabildiğiniz gibi, kaybolabilirsiniz de. Ben sosyal medyanın erişilebilirlik açısından sağladığı avantajlardan memnunum. Ancak bu mecra müzik alanında çalışan herkes için bir zorunluluk haline geldi. Sosyal Medya portallarını bir sahne olarak düşünün, ve herkes bu sahnede yer almak istiyor. Çeşitli sebeplerden bu sahnede olmak istemeyen müzisyenler göz önünde olmadıkları için yeterli ilgiyi göremiyorlar. Burada biraz da “bir şey İnternette temsil edilmiyorsa yeterince iyi/profesyonel değildir” şeklinde yanlış bir önyargı var. Bunun önüne geçmek için herkes ister istemez sosyal medya sahnesine çıkmak zorunda kalıyor. Bu mecburiyet, yani unutulmamak için sürekli ‘online’ kalma zorunluluğu sıkıntı verici olabiliyor.
Caz piyano da çalar mısınız? Klasik piyano haricinde caz sizde nasıl duygular uyandırır?
Caz benim için ailemin bir parçası gibidir. Her zaman evimde yeri olan müthiş bir olgu, felsefesi ile müzikten çok fazlası. Kendim çalmıyorum, bu kafamda ve vücudumda bir yere oturmuş olan çalış üslubumu alt üst ederdi. Ben klasik müzik çalan bir piyanistim ve öyle de kalacağım.
Peki sizce Türkiye’de klasik müzik bir “elitist” ilgi alanı olarak görülmeye devam ediyor mu halen?
Klasik Müzik sadece Türkiye’de değil, köklü bir geçmişi olmadığı tüm ülkelerde egzotik bir olgu olarak değerlendirilir. Bu da belli bir sosyal statünün üzerindeki kesim tarafından rağbet görmesini açıklıyor.
Bu dosya kapsamında tanıştığım birçok müzisyen, Türkiye’de oda müziği alanında eğitimin yetersizliğinden dem vurdu. Peki siz bu konuda ne düşünürsünüz? Ve Almanya’da örneğin oda müziği eğitimi ne düzeyde veriliyor konservatuarlarda?
Sadece oda müziği ile sınırlı değil. Ben öğrencilik dönemindeyken müzik eğitimi tümüyle yetersizdi. Bunun bazı sebepleri üniversitelerin statükocu yapısı sonucu yeniliklere açık olmaması, ağır aksak ilerleyen bürokrasi içerisinde idealist fikirlerin uygulamasının neredeyse imkansız olması, konservatuvarlarda çalışan öğretim üyelerinin akademik kariyer yapmaya kanalize olup müzik eğitimi nasıl yapılmalı konusunu es geçmeleri, deneyimli hocaların da devamlı kendini sınamak ve öğrenmeye devam etmek durumunda olduğunu kimsenin hatırlamaması ve kadro içerisindeki hiyerarşiye olması gerektiğinden çok daha fazla önem verilmesi olabilir. Bunları söylerken amacım tabii ki kimseyi kızdırmak değil. Bunlar şahsa bağlı olmaktan ziyade sistemik problemler. Kaldı ki, benimle beraber veya benden önce yurtdışında okuyup daha sonra ülkesine dönen ve eğitimini gördüğü ülkenin ekolünü ve üslubunu özümsemiş bir çok yetenekli müzisyen konservatuarlarda hoca oldular. Bu arkadaşlarla birlikte bazı şeyler değişmiştir, değişecektir diye umuyorum.
Almanya ile Türkiye’deki klasik müzik eğitimi ve ardından da klasik müzik konserlerine yönelik izleyici ilgisini kıyaslamanızı istesem en çok dikkatinizi çeken neler oldu?
Yukarıda bahsettiğim eğitim ile ilgili problemler toplumdaki başka bir konuyla kesişiyor : Konser izleyicisi. Türkiye’de müzisyen eğitimi ile beraber ayrıca konser izleyicisi yetiştirilmesi gerekiyor. İdil Biret bu konunun önemine yıllar önce çok güzel bir şekilde dikkat çekmişti. Ülkemizde aktif olan bir çok müzik yazarı yaptıkları yayınlarla ve eğitim programlarıyla bu konuda olumlu adımlar atmaya çalışıyorlar. En başta aklıma gelen sevgili Serhan Bali ve yayınladığı Andante dergisi. Serhan ile gerek Clubhouse’daki konuşmalarımızda, gerek diğer sohbetlerimizde de bu konuyla ilgili fikir alışverişinde bulunuyoruz. Klasik müziğin halktan kopuk olmasının sebebinin dinlemesi zor bir müzik olmasıyla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Bence bunun gerçek sebebi bu müziğin insanlara çocukluklarından beraber eşlik etmemesi. Klasik müzik evlerde düzenli çalınan ve insanlara hikayeler anlatan bir olgu olarak görülmüyor Türkiye’de. Bu hikaye anlatma konusu çok önemli, çünkü insanlar duydukları seslerden, gördükleri renklerden ziyade hikayeleri ve bunların kendilerinde bıraktığı hisleri hatırlarlar. Klasik müziğin bizim toplumsal hikayemize büyük ölçekte dahil olduğu gün aynı zamanda konser izleyicisinin yetişmeye başladığı ilk gün olacaktır.
Almanya’ya gelince, orada kökleri Heinrich Schütz’e , Georg Philipp Telemann‘a , Bach ailesine dayanan , hiç kesintiye uğramamış bir müzik kültürü var. Bu hazinenin getirisi olarak da hem ülkedeki konser ve müzik yaşamının, hem de okullardaki eğitimin seviyesi yüksek.
Pandemi dönemini nasıl geçirdiniz? Besteler yaptınız mı?
Gerçekten de bu dönemde besteler yaptım, yapıyorum… İstihbaratınız çok iyi ! Yakın gelecekte yer alacak büyük bir projede bununla ilgili şeyler de olacak. Şimdilik daha fazla ayrıntı vermeyeyim. Ne diyelim : “Coming soon”
Almanya’daki diğer müzisyenler koronavirüs salgını döneminde Türkiye’deki meslektaşları gibi bir kırılganlık yaşadılar mı? Nasıl destekler gündeme geldi?
Hem de çok ciddi bir bunalım yaşadılar, yaşadık. Mesleğinizi yapmanın yasaklandığı bir ortamda yaşamak zorunda kalıyorsunuz. Maddi manevi insana büyük sıkıntı veren, bir çok şeyi sorgulatan bir dönem oldu.
Peki siz herhangi bir kurumsal destekten faydalandınız mı / faydalanıyor musunuz?
Alman hükümetinin sanatçılara konser yasağı boyunca verdiği maddi destekten tüm sanatçılar gibi ben de faydalandım.
Avrupa çapında çok fazla konser salonunda konser verdiniz, konserler dinlediniz. Peki mimarisi ve akustiği ile “unutulmaz” olanlar hangileri oldu?
Kendi çaldıklarım içerisinde İsviçre’nin Solothurn kentindeki konser salonu , Leipzig şehrindeki tarihi Gewandhaus-Mendelssohn salonu, ki bu salonda gerçekten muhteşem bir Steinway&Sons piyano vardı, Berlin’deki Filarmoni orkestrasının oda müziği salonu ilk aklıma gelenler. Bu sonuncusunda hayatımda kendimi en iyi hissettiğim konserlerden birini vermiştim. Bunda da salonun muhteşemliğinin ve solisti adeta kucaklamasının etkisi büyüktü. Türkiye’de de Bilkent Konser salonu ve İzmir’deki Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi sahneye çıkmaktan keyif aldığım yerler oldu.
Kimine göre Rönesans, kimine göre Barok, kimine göre ise romantik dönem. Müzik tarihinde yaşamayı en çok arzu ettiğiniz dönem hangisi ve neden?
Bu soruyu okuyunca gülümsemekten kendimi alamadım, çünkü bu tip soruları hep kendime ve yakın arkadaşlarıma sorarım. Sanırım ben şimdiki dönemde yaşıyor olmayı hepsinden çok tercih ediyorum. Bunun sebebi de, o dönemlerde yaşasaydım müzik tarihini kuşbakışı bu kadar derli toplu şekilde görmem mümkün olmayacaktı. Ama Beethoven ile tanışmayı isterdim. Özellikle Op.109 piyano sonatının son bölümünün 6. ölçüsünde yer alan küçük notaların tam olarak nasıl çalınmasını istediğini kendisine sormak güzel olurdu. (Piyanist arkadaşların çoğu bunu merak ediyordur)
Eşiniz de opera sanatçısı, o yüzden evinizde müziğin sesi hiç susmuyordur muhtemelen. Tercih biraz zor olabilir, ama piyanonun yanına sizce en çok yakışan enstrüman hangisi?
Eğer piyanist iyiyse bütün enstrümanlar yakışır! Ama mutlaka bir örnek vermek gerekirse, güzel bir bariton ses ile Schubert veya Mahler Liedler fevkalade olacaktır.
Devlet sanatçısı-piyanist Gülsin Onay’a çok derin bir sevgi ve saygı beslediğinizi görüyorum. Hayatınıza nasıl dokundu Gülsin Onay ve onu nasıl tanımlardınız?
Gülsin Hanım tabii ki bizim jenerasyonumuzun küçüklükten beri konserlerde dinlediği ve her zaman büyük saygı duyduğu piyanistler arasındadır. Kendisiyle şahsen Gümüşlük’teki festivali sırasında Serhan Bali aracılığıyla tanışmıştık. Ondan sonra İzmir’de, Berlin’de ve Ankara’da beraber olma fırsatımız oldu. Her zaman içten, güleryüzlü ve enerji dolu bir insandır ve gençlere her fırsatta destek olmasıyla benim için örnek bir kişiliktir. Bir gün kendisiyle aynı festivalde yer almayı canı gönülden isterim.
Geldiğiniz bu noktadan sonra şimdi müzikal açıdan hayatınızın birincil gayesi ne oldu?
Piyanonun başına her oturduğumda kendime şu soruyu sorarım : Neden müzik yapıyoruz? Sesler müziğin yapı taşlarıdır. Büyük bestecileri dahiyane yapan, büyük yorumcuları erişilmez kılan duydukları sesleri olağanüstü rafine bir şekilde bize aktarabilmeleri. Duyabildiğimiz, bize şevk, mutluluk, heyecan veren bütün sesler, piyano dediğimiz bu ahşap kutunun içerisinde saklı. Piyanonun başına geçtiğimizde bütün bu sesleri en mükemmel ve çaldığımız esere layık bir biçimde ortaya çıkartmak bizim elimizde. Bunun için sadece parmakların ve zihnin değil, kalbin de açık olması gerekir. Bu güzellikleri ortaya çıkartmak için var gücümüzle çalıştığımızda, çaldığımız enstrümanın nasıl bir durumda olduğu, o an nerede bulunduğumuz ve hangi eseri çalıyor olduğumuz önemsiz bir hal alıyor. Bu da her an bütün insanlara ulaşabilecek potansiyelimizin var olduğu anlamına gelir. Dünya üzerinde bu potansiyele sahip olan kaç meslek/insan/grup var ki?! Ben her insanın eğitiminden ve kültüründen bağımsız olarak, genetik olarak güzeli,iyiyi değerlendirebilecek kapasitede olduğuna inanırım. Kendisi bilmese bile, bu onun zihninde bir yerlerde hep varolmuştur. Buna ulaşmak için müzik yapıyoruz.