Müzik dünyasının “sıradışı” ve üstün yetenekli piyanisti Can Çakmur: “Her sanatçı düşünür de olmak zorunda”

Fotoğraf: Felicitas Förster

Aralık 1997 doğumlu, pırıl pırıl yetenekli, kıvır kıvır saçlı, güleç, kabına sığmayan bir üstün yetenekli piyanist genç Can Çakmur. Son yıllarda müzik dünyasında ondan söz edilmeyen gün yok gibi… Patrice Liebermann, Crescendo Magazine’de kendisi hakkında şu yorumu yapmış: Henüz çok genç bir sanatçı ile karşı karşılaştığımızda, onun umut vadeden biri olduğunu söylemek gelenektendir. Ancak, bu gencin zaten bir usta olduğunu söylemekte hiç sakınca yok.

Müzik eğitimine Leyla Bekensir ve Ayşe Kaptan ile başlayan Çakmur, Jun Kanno ve Emre Şen ile altı yıl süren çalışmalarının ardından La Schola Cantorum Paris’te Marcella Crudeli ile çalıştı; 2014 yılında Diplome de Virtuosite (Virtüözlük Ödülü) aldı. Çakmur, ayrıca International Academy of Music – Liechtenstein bursu kapsamında Intensive Music Weeks  programına ve  bu kapsamda sunulan aktivitelere katıldı. Halen, mezun olduğu Weimar Franz Liszt of Müzik Üniversitesi’nde Grigory Gruzman ile yüksek lisans çalışmalarını sürdürüyor ve Belçika’da Diane Andersen ile özel olarak çalışmaya devam ediyor.

Birçok kritik ve önemli ödülün sahibi olan Çakmur, 2018 yılı 10. Hamamatsu Uluslararası Piyano yarışması ve 2017 yılı İskoç Uluslararası Piyano Yarışması birincisi, ayrıca Hamamatsu Oda Müziği özel ödülü kazananı. Türkiye’de yer aldığı birçok müzik etkinliğinin yanı sıra, Londra’da Wigmore Hall, Glasgow Concert Hall, Edinburgh Usher Hall, Eindhoven Muziekgebouw, Tokyo Opera City, Muza Kawasaki Hall gibi dünya çapında prestijli pek çok salonda sahneye çıktı; 2015 yılında ise İstanbul Müzik Festivali’nde, Sascha Goetzel yönetiminde Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile açılış konserinin solisti olarak yer aldı. Konser çalışmalarının yanı sıra, 2015 yılından beri Andante Klasik Müzik Dergisi’nde yazan Çakmur, bir yandan da anlatımlı konserler gerçekleştiriyor. Andante GYY ve müzik eleştirmeni Serhan Bali kendisini “düşünür piyanist” olarak tanımlıyor.

2019/20 sezonunda, Royal Scottish National Orchestra, Telavi International Music Festival Orkestra, Tokyo Philharmonic Orkestra, Sapporo Symphony Orchestra, Osaka Symphony Orkestra, Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi Avrupa’nın, Japonya’nın ve Türkiye’nin birçok önemli orkestrası ile övgü alan performanslar sergileyen, Paris Salle Cortot, Wigmore Hall, Tokyo Oper  City Concert Hall gibi bir çok önemli sahnede yer alan Çakmur, Tadaaki Otaka yönetimindeki Tokyo Senfoni Orkestrası ile Festa Summer MUZA Kawasaki’de kapanış konserinin solisti olarak da sahneye çıktı. Zaman zaman bir “pop star” muamelesi gördüğü Japonya’daki Tokyo Sumida Triphony Hall’daki resitali, 4K video prodüksiyon olarak Japon NHK kanalı tarafından kaydedildi ve çeşitli ülkelerde radyo televizyonlarda birçok kez yayınlandı ve yayınlanmaya devam ediyor.

Gelecek dönemde, Louis Vuitton Foundation – Paris konseri, MDR Sinfonieorchester ile Hayvanlar Karnavalı konseri, Camerata Schweiz ile KKL Luzern’de Mozart ve Addinsell Konçertosu, Kyoto Symphony Orkestrası ile konserler ve Wiener Konzerthaus Viyana konseri Çakmur’un konser takviminde yerini almış durumda.

“G & S Pekinel Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler” projesi üyesi olarak TUPRAS tarafından desteklenmekte olan Çakmur’un 2019 yılında BIS Records tarafından yayınlanan ilk solo albümünün başarısının ardından, Schubert’in Kuğunun Şarkısı (Schwanengesang) serisinin Franz Liszt düzenlemesini içeren SACD kayıdı, Ekim 2020’de yine BIS Records etiketi ile yayınlandı.

Müzik bizim ona anlam atfettiğimiz ölçüde anlamlıdır” diyen Çakmur, “gözbebeği” gibi gördüğü bu albümle ICMA – Uluslararası Klasik Müzik Ödülleri’nde Yılın Genç Sanatçısı ödülünü kazandı. Bundan önce ise, 2015 yılında “5. Donizetti Klasik Müzik Ödülleri Yılın Genç Müzisyeni” , 2018 yılında “Franz Liszt Weimar Müzik Üniversitesi’nin uluslararası sanat yaşamına yaptığı katkılar nedeniyle” Almanya’da DAAD ödülü ve aynı yıl İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı  tarafından verilen Aydin Gün Teşvik Ödülü gibi çeşitli ödüllere layık bulunmuştu.

Bir yandan da oda müziğinin gelişmesine katkı sağlamaya çalışan genç piyanist, çello sanatçıları Alexandre Castro-Balbi ve Friedrich Thiele, kontrbas sanatçısı Dominik Wagner ve trio olarak Veriko Tchumburidze ve Dorukhan Doruk ile resitaller veriyor. 2018 yılında ise, keman sanatçısı Alican Süner ve çellist Jamal Aliyev ile İstanbul Müzik Festivali’nde “Festival Buluşması” oda müziği konseri için bir araya gelmişti. 2019 yılında, Orkney St. Magnus Music Festivalinde, çellist Jamal Aliyev ile verdikleri konser BBC Radio 3 için kaydedildi ve yayınlandı. 2021 yılında, Deutschlandfunk radyosu için, Weimar Goethe Müzesi’nde Nikita Geller, Stefan Zientek, Neasa Ní Bhriain ve Friedrich Thiele ile bir canlı konser kayıdı yapmasının yanı sıra, Studienstiftung des Deutschen Volkes için Dominik Wagner ile beraber resital kayıdı gerçekleştirdi.

“Hayatım boyunca sürdürebileceğim, hayallerime ve felsefeme uygun bir müzik yaşamı kurmaya çalışıyorum. Burada üstünde özellikle durduğum noktalar repertuvar seçimi, sanatçı olarak ait olduğum akımı, onun felsefesini, tarihini öğrenmek ve bunun günümüzün gerçekliğinde nasıl uygulanabileceğini keşfetmek diyebilirim” diyor Can Çakmur şu anda içinde bulunduğu uğraşı tanımlamak için.

Piyanistlik onun için bir bütün: Disiplinli ve bilinçli çalışmak, kibri ve gururu kenara koyarak sorunları ve eksikleri tespit etmek, araştırmacı bir ruhla bunlara çözüm aramak. Ve zaten tüm bunlar Çakmur’a göre büyük bir yetenek değilse nedir? Yarışmalara eleştirel bir gözle de bakan Çakmur, “Eğer müzik yapmanın amacı takdir görmek haline gelirse, bu büyük bir trajedidir. Kariyer ile sanatsal gelişimin kesinlikle birbirinden ayrı tutulması gerektiğine inanıyorum” diyor. “Alkışları özlediniz mi pandemi döneminde?” diye sorunca yine beklediğim gibi sıradışı ve felsefi yanı ağır basan bir yanıt geliyor: “Profesyonel müzisyenler olarak sahnede bulunmak işimizin büyük bir parçası ama müzik yapma amacım sahnede olmak değil. Pandemi sürecinde evde kendi başımayken, yüksek kalitede çalıp çalmadığıma da aldırmadan, tutkuyla örneğin Bach’ın “İyi Düzenlenmiş Klavyesini” çalmak gerçekten korumamız gereken amatör ruhun zaferiydi.”

Çakmur, geçen esne Almanya’daki evinden online bağlantı kurarak, ODTÜ Koleji Ankara, Mersin, Denizli ve Kayseri okullarından 100 çocuğun katılımıyla oluşturulan 100 Çocuk Korosu’yla 23 Nisan Marşı’nı seslendirmişti.

Gördüğünüz gibi Can Çakmur, sıradışı nitelikte bir üstün yetenek, hatta Türkiye’de bir konservatuar öğrencisi olmaması, onun başarı ivmesine dair merakı ve hayreti daha da kamçılıyor. Kendisi tüm bu üstün yeteceği ve başarısına rağmen mütevazilikte de insanı şaşırtan bir olgunluğa sahip. Son dönemde de eminim isminden çok fazla söz edildiğini işittiniz. Türkiye’de klasik müzik bir “elitist” ilgi alanı, pandemi dönemindeki besteleri, minimal müzik akımına beslediği sempati, müzisyenlerin Avrupa’ya gidişi, Japonya’nın Sapporo kentindeki Kitara Konser Salonu’nun onda bıraktığı izlenimler ve daha nice ilginç konu başlığı aşağıdaki söyleşide gizli. Kendisini tanımaya ne dersiniz?

Müzikle tanışıklığınızı, şu anda Avrupa çapında tanınan bir piyanist olma sürecinizi ve bugün uğraşlarınızı kısaca anlatır mısınız? 

Müzikle tanışıklığın bebekliğimden geliyor aslında. Ailem, müzisyen olmamakla birlikle, müziğe çok meraklıdır. Çok küçük yaşlardan itibaren Bilkent Senfoni Orkestrası’nın neredeyse her konserine ailecek giderdik. Konserler Cuma akşamlarıydı ama günü gelene dek o hafta boyunca arabada haftanın programını dinlerdik. Bir anlamda beraberce repertuvarı tanıdık ve çeşitli yorumlara, akımlara ilgi geliştirdik ailemle beraber. Bir enstrüman çalmak istemem bunun doğal bir sonucuydu. Piyano, uzun bir süre merakla uğraştığım bir hobi olarak hayatımdaydı. 12-13 yaşındayken çalıştığım altı-yedi parçanın tesadüfen Belçika’da bir yarışmanın programına uymasıyla beraber ilk kez genç-profesyonel bir ortamda bulundum. O yarışmadan sonra, ileriki yıllarda hocam olan Diane Andersen’den geri bildirim istediğimde onun bir ustalık sınıfına katılmamı tavsiye etmişti. O ortamı görmem ve gerçekten harika bir zaman geçirmem üzerine müziğe gelecekteki olası mesleğim olarak bakmaya başladım. 

Birkaç sene sonra Güher ve Süher Pekinel’in Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler programına kabul edilmem ile beraber daha sık Avrupa’ya gidip gelme ve üniversite eğitimimi Almanya’da Grigory Gruzman ile sürdürme şansım oldu. Bu süreçte elbette geleceğimi nasıl şekillendireceğim üstüne düşünmem gerekiyordu. Şu anda gittiğim yol bu hazırlık yıllarının bir sonucudur diyebilirim.

Şu anda aynı sürecin devamını yaşıyorum: hayatım boyunca sürdürebileceğim, hayallerime ve felsefeme uygun bir müzik yaşamı kurmaya çalışıyorum. Burada üstünde özellikle durduğum noktalar repertuvar seçimi, sanatçı olarak ait olduğum akımı, onun felsefesini, tarihini öğrenmek ve bunun günümüzün gerçekliğinde nasıl uygulanabileceğini keşfetmek diyebilirim.

Hamamatsu Piyano Yarışması’nda birincilik sizin kariyerinizde ilk sıçrama noktası oldu. Biraz o süreci anlatır mısınız? Yarışmaya katılmaya nasıl karar verdiniz, nasıl hazırlandınız, heyecanlandınız mı, sonuç açıklandığında şaşırdınız mı

Aslında bu yarışmaya katılmak uzun bir hazırlık döneminin ve karar sürecinin sonucuydu. Hamamatsu Yarışması’ndan önceki dönemde özellikle İskoçya Piyano Yarışması’nın ardından yavaş yavaş düzenli bir konser temposuna girmeye başlamıştım. Hamamatsu’ya katılmak hocam Gruzman’ın fikriydi, ancak ben bir süre daha beklemek, nispeten daha hafif bir konser temposunu birkaç yıl daha sürdürmek istiyordum. Yarışma programımın büyük çoğunluğunu önceki yaz İtalya’da turnede çalmıştım. Dolayısıyla program zaten elimdeydi. Ancak, bu konserler sebebiyle yarışmaya özel bir zihinsel hazırlık yapma imkânım olamamıştı. İdeal şartlar altında yarışmadan bir süre önce konser vermeyip içe dönmeyi tercih ederdim. Dolayısıyla, Japonya’da performans sırasında oldukça gergindim. 

Kimsenin böyle bir yarışmaya “kazanmak” için girdiğini sanmıyorum. Sonuçları düşünmek insanı ulaşmaya çalıştığı seviyeden uzaklaştırıyor. O yüzden ne bir sonraki tura geçmek, ne de ödül kazanmak kesinlikle “beklediğimiz” bir şey değil. Dahası bu ve bunun gibi ödüllerin/performansların beraberinde getirebildiği değişim o denli büyük ki benzer tecrübeler yaşamış arkadaşlarım gibi benim de duyduğum his bilinmezliğin yarattığı bir korku olmuştu.

Japonyada halen pop star” muamelesi görüyor musunuz? Aynı şekilde Türkiyede de özellikle üstün yetenekli çocuk müzisyenler arasında popülariteniz hayli yüksek. Size olan bu yoğun ilgiyi neye bağlarsınız? 

Japonya’da da Türkiye’de de büyük bir ilgi var gerçekten ama bunu kendime değil, var olan genel müzik sevgisine bağlıyorum. Hepimiz aynı uğraşının içindeyiz, aynı tutkuyu paylaşıyoruz.

Dünyanın sizce klasik müzik başkentleri” hangileri? Japonyayı bunlar arasında nasıl bir konuma yerleştirirsiniz? 

Bir müzik başkenti tanımı ne yazık ki geçmişte kalmış bir olgu bence. Müzisyenlerin aşırı yoğun turne programları dünyanın hemen bütün metropollerinin bu sanatçıların durağı haline gelmesi demek. Dolayısıyla Berlin’den, Paris’ten, New York’tan, Tokyo’dan, Viyana’dan ve benzerlerinden söz etmek mümkün. Ancak 21. Yüzyıl’da artık “yalnız bir çağdan” söz ediyoruz. Dolayısıyla 1920’lerde Schoenberg’in, Busoni’nin Berlin’i; 1870’lerde Wagner ve Liszt’in Bayreuth’u veya 1840’larda Mendelssohn ve Schumann’ın Leipzig’i gibi sanatsal akımların toplanma merkezlerinden söz etmek artık çok mümkün değil.

Piyanistlikte yetenek mi çalışkanlık mı sonucu daha çok etkiler sizce? 

Disiplinli ve bilinçli çalışmak, kibri ve gururu kenara koyarak sorunları ve eksikleri tespit etmek, araştırmacı bir ruhla bunlara çözüm aramak büyük bir yetenek değil midir?

Size genç düşünür” de diyorlar piyanist şapkanızın yanı sıra. Bunu bize biraz açıklar mısınız? 

Modern tanımıyla sanatçı her zaman bir düşünür olmak zorundadır. Sanat, insanlık tarihinden, politikadan ve felsefeden ayrı düşünülemez.

Fotoğraf: HIPIC

Bu dosya kapsamında görüştüğüm bazı müzisyenler, yarışmaların aslında müzisyenlerin gelişiminde olumsuz etki doğurduğunu, onları bir yarış atına dönüştürdüğünü söylediler. Sizce de öyle mi? Yarışmalara katılmayı reddederek uluslararası çapta tanınmış bir müzisyen / piyanist olmak mümkün mü

Bu yarışmaların büyük bir tehlikesi gerçekten. Zihnimizde çoğunlukla ödülü başarıyla, elenmeyi de başarısızlıkla eşleştiriyoruz sıklıkla. Oysaki, bu doğru bir eşleştirme değil. Bence aldığımız sonuçlar ile sahnede yaşadığımız tecrübeyi (olumlu ve olumsuz anlamda) birbirinden ayırmak çok önemli. Müzisyenlerin kariyerleri yüzyıllardır farklı organizasyonların veya şahısların ilgilerini çekmeleri ile kurulmuş ve kurulmaya devam ediyor. Yarışmalar da bu bağlantıyı, görünürlüğü sağlamanın bir yolundan daha fazlası değil… Eğer müzik yapmanın amacı takdir görmek haline gelirse, bu büyük bir trajedidir. Kariyer ile sanatsal gelişimin kesinlikle birbirinden ayrı tutulması gerektiğine inanıyorum. 

Dolayısıyla, sorunun yanıtı evet, yarışmalar olmadan da bir kariyer yapmak son derece mümkün. Bunu gerçekleştiren müzisyenler de her kuşakta olmuştur.

Öte yandan siz de bazı “kalıpları” yıkan bir müzisyensiniz. Konservatuarda eğitim görmediniz. Doğrudan Almanyada üniversite düzeyinde piyano eğitimine gittiniz. Bu kararlarınızı biraz açıklar mısınız? 

Bu durum çok doğal bir şekilde gelişti: müzisyen olma yoluna kesin olarak girdiğimde lisenin ilk yılındaydım. Çevremdeki arkadaşlarımdan, ODTÜ Geliştirme Vakfı Lisesi’ndeki ortamdan çok mutluydum, dahası okuldaki derslere, özellikle de bilime büyük bir ilgi duyuyordum, hala da duyuyorum. ODTÜ Lisesi’deki her öğretmen konserler, ustalık sınıfları gibi nedenlerle kaçırdığım derslerin telafisi için fedakârca emek gösterdiler. Onlara her açıdan minnettarım.

Çok önemli yabancı piyanistlerin ustalık sınıflarında yer aldınız. Bunlar sizin müzikal gelişiminizde nasıl izler bıraktı

Ustalık sınıflarının güzelliği, orada geçirdiğimiz çok kısa sürenin derin etkileri olabilmesi kesinlikle. Bir müzisyen ile düzenli olarak çalışmayıp, sadece belki yılda bir veya iki kez görüşünce, onların müzikal fikirlerine biraz daha objektif yaklaşma şansımız olabiliyor. Bu yaklaşım, bazı durumlarda tam olarak kavrayamadan uyguladığımız olguları içselleştirmemizi sağlayabiliyor. 

Eğitim hayatınızda en çok yer etmiş öğretmeniniz kim oldu ve piyano çalışınıza dair verdiği en unutulmaz öğüdü ne oldu? 

Eğitimim boyunca oldukça fazla ekolle ve hoca ile etkileşimim oldu ve olmaya devam ediyor. Bunu büyük bir kazanç olarak görüyorum, zira bu durum, müziğe ve sanata karşı çok yönlü bir yaklaşım geliştirebilmeyi sağlıyor. Her ekolün bir parçası olan dogmaları hiçbir zaman sorgulamadan kabul etmek istemedim. 

Peki kendiniz sizden sonra gelen genç müzisyen kuşağını yetiştirme gibi bir hedef içerisinde misiniz? 

Kesinlikle. Bu benim en büyük hayallerimden biri.

Piyano çalışınız ve müzik yapma biçiminizde hangi ekole daha yakınsınız? 

Şu anda bunu söylemek çok zor; hala bir tanışma süreci içerisindeyim demek daha doğru olur. Macar Okulu’nun pek çok konseptine Diane Andersen ile çalışmam süresince aşina olmuştum. Bundan önceki iki yılı Macar Okulu’nun diğer temsilcilerini tanımak ile geçirdim. Şu anda, ustalık sınıflarında sıklıkla karşılaştığım Fransız Okulu’nu araştırıyorum. Çok verim aldığım diğer bir araştırma da Liszt ve Clara Schumann’ın öğrencilerinin kayıtlarını analiz etmek ve anılarını okumak. Üniversitedeki hocam Grigory Gruzman ile Rus piyano tekniği üzerine uzun süre çalıştık; ancak henüz daha bu okul üzerine tarihsel derinlikli bir araştırmaya girişmedim. Özellikle Saint Peterburg ve Moskova’da 20. Yüzyıl dönümündeki eğitim ilgimi çekiyor. Öte yandan piyano dışındaki enstrümanlar ile ciddi olarak ilgileniyorum. Geçtiğimiz yüzyılın önemli sanatçılarından kemancılar George Enescu, Bronislaw Huberman, Micha Elman; şefler Sergiu Celibidache, Carlos Kleiber, John Barbirolli, Willem Mengelberg; çellist Anner Bylsma ve belki de en önemlisi bariton Dietrich Fischer-Dieskau’nun üzerimde etkileri çok büyük.

Peki bugünlerde repertuarınıza damga vuran besteciler ve ustalaşmayı tercih ettiğiniz besteci kimdir? 

Şu anda daha önce sadece ucundan ilgilendiğim bir çağ, erken yirminci yüzyıl müziği (daha spesifik olarak folklorik müzik) ile meşgulüm. Bugünlerde Enescu, Bartók, Saygun’un piyano sonatlarının ve Mitropoulos’un Passacaglia, Intermezzo ve Füg’ünün CD kaydını yapıyorum. Bu programın hazırlığı yaklaşık bir yıl sürdü. Bu çerçevede Balkanlar ve Anadolu’nun halk müziği ve dönemin ulusal akımları çevresinde kültür politikaları üzerine de çalışma imkânım oldu. Bu tip etnomüzikolojiye dayalı folklorik müzik ve Mitropoulos’un bu albümde temsil ettiği Schoenberg ve Busoni’nin “salt müzik” (absolute music) akımı arasındaki geçirgenliği incelemek son derece ilginç. Dahası ulusal müziğin, nihayet 1930’larda faşist rejimler tarafından “silahlandırılışı” ve bu yukarıda saydığım müzisyenlerin bu felsefeye karşı duruşu (Bartók’un deyimiyle söylemek gerekeirse,  halkların kardeşliği) bugün de değerini ve güncelliğini koruyor.

Bugüne kadar repertuvarımın ve bilgimin temeli Barok-Yüksek Romantizm arasında özellikle Alman müziğiydi. Muhtemelen bu döneme ve içeriğe duyduğum ilgi hayatım boyunca devam edecek; ancak yavaş yavaş Fransız ve Rus müziğini de repertuvarıma katmak istiyorum.

Konserlere kendi piyanonuzu mu götürüyorsunuz? Piyano tercihiniz nedir? 

Bu sıklıkla mümkün olmuyor, çoğunlukla konser salonlarının piyanolarını kullanıyorum. Fakat Shigeru Kawai firması ile yakın bir ilişkim var. CD kayıtları ve seçtiğimiz, canlı kaydedilecek konserler için piyano tedarik ediyorlar. İlk kez Japonya’da karşılaştığım Shigeru markası haricinde Bösendorfer Imperial modeli fırsat buldukça çalmayı tercih ettiğim bir enstrüman.

Sizin için vazgeçilmez kompozitörler hangileri ve neden? 

Bu soruya cevap vermem ne yazık ki imkânsız. Eğer eserleri günümüze kadar gelmiş bir besteciyi sevmiyorsam, bu durum, o besteciyi yeterince tanımadığım içindir. Bu bağlamda, şu anda tek emin olduğum şey, minimal müzik akımına çok fazla sempati beslemediğim. 

Sosyal medyayı da düzenli kullanan bir müzisyensiniz. Sizce sosyal medya bir piyanist açısından nasıl avantajlar ve varsa dezavantajlar doğuruyor? 

Sosyal medyayı duyurular için gerekli olduğu kadar kullanıyorum. Ara ara paylaşım yaptığım bir YouTube kanalım ve daha düzenli kullandığım bir Twitter hesabım var. Facebook hesabımı ise çok seyrek kullanıyorum. Bunun dışında hiçbir sosyal medya hesabım yok. Paylaşımlarımı ajansım ve konser organizatörleri ile koordineli olarak yapıyorum. Sosyal medya iki tarafı keskin bir bıçak. Etkili bir iletişim aracı olabildiği gibi insanın algısını ciddi bir şekilde çarpıtabiliyor da. 

Caz piyano da çalar mısınız? Klasik piyano haricinde caz sizde nasıl duygular uyandırır? 

Ne yazık ki hayır, çalmayı çok isterdim ama. Belki bir gün…

Klasik müzik ve caz müziğin son derece geçirgen olduğunu düşünüyorum. Bir caz grubunun armonik iskeleti, çalışlarındaki swing, önemli ve önemsiz notaları ayırmaları ve süslemelerindeki doğaçlamaların hepsi 17. Yüzyıl Barok Müziğinde de bulduğumuz ögeler. Bu yapısal benzerliklerin müziğin ortak köklerine dair bir işaret olup olmadığını bilmiyorum, ama günümüzde birbirine zıt hale gelmiş bu iki geleneğin aslında aynı madalyonun iki yüzü olduğu aşikâr.

Peki sizce Türkiyede klasik müzik bir elitist” ilgi alanı olarak görülmeye devam ediyor mu halen? 

Klasik müziğin elitist bir ilgi alanı olmaktan çıkması için konser kültürünün kökten değişmesi gerektiği kanısındayım. Yirminci yüzyıl boyunca ve bugüne dek klasik müzik kendisini günümüzden farklı bir çağın taklidinin yapıldığı bir müzeye hapsetti. Bu durumun oluşmasında hobi olarak müzik yapan müzisyenlerin sayısının sürekli azalmasının, hatta yok olmasının da etkisi olduğunu düşünüyorum. İnsanların sanatla aralarında kurdukları bağ, müzelerdeki dokunulamayan ve ancak seyirlik olan numunelere duyulan hayranlığa benzer bir ilişkiye dönüşmüş durumda. Mozart’ın, Bach’ın ya da Dante’nın ve Goethe’nin ne kadar değerli ve yüce olduğunu söyleyip duruyoruz ama onları aynı Bartók’un “Mavisakal’ın Şatosu” operasının son sahnesinde betimlendiği şekliyle cendere altına alıyoruz. Hatırlamak gerekirse, Mavisakal, karısına yaldızlı bir palto ve taşıyamayacağı denli ağır bir taç giydirerek kıpırdayamayacak hale getirir, bir anlamda onu bu şekilde tutsak eder. Biz de benzer şekilde klasik müziği geçmişin müzesine tutsak ediyoruz ve insana/topluma dair gözlemlerine, sağır bir kulak ve kör bir gözle tepkisiz kalıyoruz.

Pandemi dönemini nasıl geçirdiniz? Besteler yaptınız mı

Pandemi döneminde çok fazla sayıda eser tanıma fırsatım oldu. Müzikal performansın tarihçesi üzerine oldukça yoğun okuma yaptım. Bunun dışında Richard III, Hamlet ve özellikle Macbeth’in çeşitli yorumlarını ve analizlerini izledim. Uzun zamandır hayalimde olan ama gerçekleştirmeye vakit bulamadığım iki aktiviteye zaman ayırabildim: Bunlardan ilki basit düzeyde Japonca öğrenmek ve ikincisi liseden kalma organik kimya bilgimi tazelemek oldu. Hayatımdaki çok önemli bir değişiklik geçtiğimiz yıl içinde tutkuya bağlandığım uzak mesafe koşusunu keşfetmek oldu. Ancak, şu anda müzik felsefesi açısından önemli bir yol ayrımındayken, beste yapmayı düşünemiyorum bile. Belki, bir gün bir müzikal dogmaya kendimi ait hissedersem neden olmasın?

Alkışları özlediniz mi? Rüyalarınıza giriyor mu konser salonları ve izleyicileriniz? 

Aslında, hayır. Profesyonel müzisyenler olarak sahnede bulunmak işimizin büyük bir parçası ama müzik yapma amacım sahnede olmak değil. Pandemi sürecinde evde kendi başımayken, yüksek kalitede çalıp çalmadığıma da aldırmadan, tutkuyla örneğin Bach’ın “İyi Düzenlenmiş Klavyesini” çalmak gerçekten korumamız gereken amatör ruhun zaferiydi. 

Herhangi bir kurumsal destekten faydalandınız mı / faydalanıyor musunuz?

2013 yılından beri TÜPRAŞ’ın finansal olarak desteklediği, G & S Pekinel Dünya Sahnelerinde Genç Müzisyenler sisteminin bir üyesiyim. Bu benim için büyük bir şans, çünkü Güher ve Süher Pekinel’in yönlendirmesi ve bu kurumun desteğiyle Avrupa’da eğitimimi sürdürme ve müzikal hayatımın köşe noktalarında onların yol göstericiliğinden faydalanma olanağım oldu. 

Avrupa çapında çok fazla konser salonunda konser verdiniz, konserler dinlediniz. Peki mimarisi ve akustiği ile unutulmaz” olanlar hangileri oldu?  

Bir salonun bende bıraktığı etki tartışmasız diğerlerinden çok daha büyüktü: Japonya’nın Sapporo kentindeki Kitara Konser Salonu. Burada iki kere çaldım, bir kere de konser dinledim. Hayatımda hiçbir salonda sesin bu kadar dinamik ve canlı izleyiciye ulaştığını hatırlamıyorum. Çaldığım iki konser de sahnede en özgür ve en rahat hissettiğim konserlerdi. Bu salon Simon Rattle’a göre dünyanın en iyi modern konser salonuymuş.

Kimine göre Rönesans, kimine göre Barok, kimine göre ise romantik dönem. Müzik tarihinde yaşamayı en çok arzu ettiğiniz dönem hangisi ve neden? 

Açıkçası, Liszt’in hayatının son döneminde Weimar’daki öğrencilerinden biri olmayı çok isterdim. Liszt, tanışmayı, huzurunda bulunmayı en çok istediğim müzisyendir tartışmasız. Elimize ulaşmış Liszt’e dair o kadar çok kaynak var ki, onu sanki kanlı-canlı görmüşüz gibi hissetmemek mümkün değil. İşte bu dönemde, müzik tarihinin geleceğini belirleyen bu tartışmaların ortasında olmak sık sık kurduğum bir hayaldir.

Türkiyede son dönemde çocuk müzisyenler giderek görünür hale geldi. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu arz-talep dengesi önümüzdeki dönemde nasıl seyreder? Bir beyin göçünü tetikler mi piyanistler arasında? 

Bu durum muhtemelen müzikal açıdan Batı Avrupa ile temasımızın yoğunlaşmasının bir sonucu ve bence son derece olumlu bir gelişme. Müzisyenlerin Türkiye’den Avrupa’ya okumaya ve çalışmaya gitmelerini beyin göçü olarak nitelendirmenin doğruluğu konusunda çok emin değilim. Müzisyenlik o denli uluslararası bir meslek haline geldi ki, müzisyenlerin aktif oldukları coğrafyalar her zaman yaşadıkları yerler olmayabiliyor. Benim ait olduğum kuşağın ve ondan sonraki kuşakların dünyanın müzikal yaşamı içinde aktif olduğu kadar Türkiye’nin de müzik yaşamında da etkin olacağına hiç şüphem yok. Bu değişim ve kültür alışverişi, ne yazık  ki gittikçe içe kapanan ülkemiz için bence son derece önemli. 

Geldiğiniz bu noktadan sonra şimdi müzikal açıdan hayatınızın birincil gayesi ne oldu? 

Bu soruyu sorduğunuz ilk soru ile bağlayabilirim. Şu anda çözmeye çalıştığım en büyük ikilem modern yaşam ile klasik müziğin bir araya gelip gelemeyeceği. Bu pratik olduğu kadar felsefi de bir ikilem. Pratik olarak “İnançlarıma ve fikirlerime ters düşmeden nasıl bir konser yaşamı ve eğitimcilik yaşamı kurabilirim?” sorusuna cevap arıyorum. Felsefi olarak ise bu soru “Klasik müziğin toplumsal düzene getirdiği eleştiri hangi formda sahnede veya kayıt stüdyosunda vücut bulabilir?” şeklinde kendini gösteriyor.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s