Bosphorus Trio, her biri profesyonel kariyerlerini sürdürmekte olan ama bir yandan da bir araya geldiklerinde oda müziği formatında müzik yapmaktan çok hoşlanan Özgecan Günöz (keman), Çağlayan Çetin (çello) ve Özgür Ünaldı (piyano) tarafından kuruldu. Türk bestecilerin eserlerini oldukça çarpıcı ve yenilikçi bir şekilde yorumlayan bir gençlik üçlüsü. Bu söyleşide konuğumuz ise, 11 yaşında başladığı konservatuar çalışmalarına bir yandan Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’ndaki görevi, bir yandan da 2019 yılından beri Maltepe Üniversitesi Konservatuvarı’nda viyolonsel dersi vererek devam eden Çağlayan Çetin. Üyesi olduğu Bosphorus Trio ile çalışmalarını uluslararası bir firma üzerinden Avrupa’ya açmak doğrultusunda da girişimleri var.
Konservatuarda öğrencileri arasında ilk başta müzik dünyasının enstrümantal zenginliğinin farkında olunmadığını gözlemleyen Çağlayan, gençlerin konserleri daha sık takip etmeleri durumunda orkestralardaki birçok farklı enstrümana da daha fazla ilgi doğabileceğini düşünüyor. Ama yine de merak eden kişilerin gittikçe arttığını ve konservatuvar sınavlarına viyolonsel çalmak isteyerek gelen birçok çocuk gördüğünü de ekliyor.
Gabriel Faure ve Astor Piazzola’ya viyolonseliyle yeniden adeta hayat veren Çağlayan Çetin’in şu ana kadar dinleti verdiği en ilginç yer ise Nemrut dağının zirvesi. Pandemi döneminde ise dijital konser sayısı neredeyse ikiye katlanan Çağlayan, “Haziran ayından bu yana kadar hiç durmadık. Özellikle Borusan Filarmoni Orkestrası ve Borusan Sanat bu konuda inanılmaz bir özveriyle sezon konserlerinin sayısını iki katına çıkartarak hem bünyesinde çalışan sanatçıları hem de dinleyiciyi hiç yalnız bırakmadı” diyor.
19.yüzyılda Osmanlı’da Batılılaşma akımıyla birlikte Türk müziği icrasına Tanburi Cemil Bey’le birlikte girdiği kaydedilen viyolonsel, yeni nesilde çok değerli genç müzisyenlerin yetenekleriyle önemli bir noktaya geliyor ve gerek çocuk gerekse genç müzisyenler tarafından giderek “yeniden keşfediliyor” adeta. Çağlayan Çetin de bu açıdan aşağıdaki söyleşimizde bu gizemli ve romantik enstrümanı bize tanıtmada oldukça güzel bir “müzik elçisi” oluyor.

Kendinizi biraz tanıtır mısınız? Müzik yolculuğunuz kaç yaşında nasıl başladı? Nasıl devam ediyor?
Ben öğretmen bir ailenin müzisyen çocuğu oldum. Konservatuvara, doğduğum şehir Edirne’de 11 yaşında başladım. Benim girdiğim dönemde Reşit ERZİN, Nuri İYİCİL gibi duayen müzisyenlerin kurduğu genç bir okuldu o zamanlar Trakya Üniversitesi Devlet Konservatuvarı. Daha sonraları çok geçmeden Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’na geçerek müziğe başladığım hocam Prof. Reşit ERZİN’in öğrencisi olarak devam ettim. Daha mezun olmadan birçok orkestrada çalışmaya başladım ve 2016 yılında Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrasının açtığı sınavı kazanarak viyolonsel grubunun bir üyesi oldum. Kurulduğu günden beri Orchestra Sion’un solo çellistiyim aynı zamanda 2019 yılından beri Maltepe Üniversitesi Konservatuvarı’nda viyolonsel dersi veriyorum. Oda müziği çalışmalarımı ise çok değerli sanatçı dostlarım Özgecan GÜNÖZ ve Özgür ÜNALDI ile kurduğumuz “Bosphorus Trio” ile gerçekleştiriyorum.
Biraz klişe bir soru olacak, ama her bir sanatçının enstrümanına başlama hikayesi kendi başına ilginç. Peki, siz neden viyolonseli tercih ettiniz? Viyolonseli sizin için “farklı” kılan ne oldu?
Öncelikle söylemeliyim ki ben konservatuvar sınavlarına girdiğimde viyolonsel çalmak üzere bir talepte bulunmamıştım. Konservatuvar sınavlarına giren öğrenciler bir form doldurur ve öğrencilerden çalmak istediği ya da çaldığı enstrümanları yazmaları istenir. Ben de sınava giren birçok öğrenci gibi piyano, flüt vs. birkaç enstrüman yazmıştım. Sınavda ilk aşamayı geçtikten sonra enstrüman seçimi yapılır ve bu aşamada bölüm hocaları orada bulunarak öğrencilerin fiziksel özelliklerini kontrol eder.
Benim sonraları yıllarca hocam olacak olan Prof. Reşit ERZİN bana viyolonsel çalmak isteyip istemediğimi sordu ve ben de istediğimi söyledim. Bu macera aslında bu şekilde başladı. Şimdi çalıştığım kurum olan Maltepe Üniversitesi Konservatuvarında giriş sınavlarına girdiğim zaman birçok kişinin enstrümanlar hakkında bir fikri olmadığını görüyorum. Yani en bilinenlerden; piyano, keman ya da flüt dışında bir enstrümanı nadir olarak çalmak istiyorlar. Ailesinde müzisyen olan yoksa diğer enstrümanları da doğal olarak bilmiyor oluyorlar. Aslında araştırsalar çok büyük bir mecra olduğunu da görecekler bana kalırsa. Özellikle orkestra konserlerinde diğer enstrümanların zenginliğini de görebilirler eğer konserleri takip edebilirlerse.
Sizce viyolonsele en güzel eşlik eden enstrüman nedir ve neden?
Alışılagelmiş en büyük yardımcısı tabi ki piyano. Zaten piyano tüm enstrümanların daimi eşlikçisi olmuş çok sesli bir enstrüman olması sebebiyle. Zaman içinde oda müziğindeki bas sesini temsil etmesiyle yaylı kuartet ve piyanolu trioların değişmez üyesi olmuş. Ama viyolonsel çok renkli bir enstrüman. Sadece viyolonselden oluşan orkestra ve çeşitli gruplar da var günümüzde. Sanırım yazılan müziğe göre tüm enstrümanların katkısıyla güzel bir eşlik yakalanabilir neoklasik bestecilerin tercihleri gibi.
Sizce müzik bir toplumda hangi temel işlevi yerine getirir?
Müzik tarihte çok çeşitli alanlarda hizmet etmiş bir sanat dalı. Yarattığı atmosfer sebebiyle kilisede, saraylarda ve hatta savaşlarda kullanılmış, halk müzikleri de insanların motivasyon kaynağı olmuş her zaman. Müzik biraz yaşamın kendisi gibi. İçerisinde barındırdığı çok çeşitli duyguları ve yarattığı atmosferi şimdi filmlerin içerisinde görebiliriz kolayca. En önemlisi de bir ülkenin en büyük kültür kaynaklarından birisidir. Ülkemizde de rahatlıkla görebildiğimiz gibi yıllar içinde birlikte yaşanılan tüm toplumların izlerini barındıran bir müziğe sahip olduk. Her bölgenin kendi özelliklerini barındıran çok çeşitli bir müzik kültürümüz var. Bunun yanında cumhuriyetin kurulmasıyla atılan adımlar sonrasında çoksesli müziğimiz de sürekli gelişim içerisinde. Ülkemizde yetişen besteciler artık dünyada eskisinden daha büyük bir yere sahip oluyor zaman geçtikçe.
Katıldığınız ve sizde en çok iz bırakan yarışmalar ve oradan aldığınız derecelerden söz eder misiniz?
Katıldığım yarışmalar çok az oldu bu süreç içerisinde. Hep daha özgün olmayı çabaladım. Belki de beni klasik normlarda sınanma düşüncesi uzak tutmuş olmalı yarışmalardan. Orta ikinci sınıfta katıldığım bir yarışmada birinciliğim var ve katıldığım diğer bir yarışmada finalistler orkestra ile solist olma hakkı kazanıyorlardı ve aldığım neticeyle J.Haydn’ın viyolonsel konnçertosunu seslendirmiştim.
Elbette çok fazla ustalık sınıfına katılmışsınızdır. Sizin müzikal gelişiminiz açısından bu çalışmaların önemi ne oldu? Diğer müzisyenlerle etkileşim, müziğinizde nasıl bir katkı sağladı?
En son katıldığım ustalık sınıfı Chigiana Akademi’deki oda müziği alanında Bosphorus Trio ile gerçekleştirdiğimiz ustalık sınıfı ilk olarak aklıma geldi. Hocamız da duayen hoalardan Alban Berg Quartet’in birinci kemancısı Günter Pichler’di. Katılan diğer grupların yanında aslında profesyonel kariyer hedefinde olan bir grup olduğumuz için bakış açımız diğer gruplardan oldukça farklıydı diyebilirim. Çünkü müzik de aynı kişisel yaklaşımlar gibi zaman içerisinde insanlara bir olgunluk kazandırıyor. Bu olgunlukla bizim yaklaşımımız da daha ciddi ve hedefimize yöenlik oldu. Belki de daha önce katılsaydık Siena daha ilgi çekici gelebilir ve ben daha çok turistik bir seyahat gibi düşünebilirdim diğer yaşça küçük katılımcılar gibi.
Müzikal olarak bu çalışmaların en büyük katkısı ise birlikte yaptığımız ince çalışmaların bir müzik duayeni tarafından desteklenip bizi “merit diploma” ile onurlandırması tabi ki özgüvenimizi artırmış oldu bana göre. Çünkü müzik de diğer sanat dalları gibi göreceli olabiliyor. Doğru hocayı bulup çalışmak sanırım en zoru. Doğru hoca hiç bir zaman özgün bir bakış açısını sırf kendi kurallarına uymadığı için bir kenara atmaz aksine özgün olması için yol göstermelidir. Sanırım yeni bir bakış açısıyla yol gösteren hocalar her zaman daha faydalı olacaktır kişinin ya da grubun gelişimine. Çünkü ustalık dersleri veren tüm hocalar yılların getirdiği çalışmalar, fikirler ve kazandıkları başarılarla orada bulunur ama bunların bir hafta veya bir ayda öğrenciler tarafından özümsenmesi bence mümkün değil. Bunun için yıllar gerekir.
Unutamadığınız bir konserinizi sorsam, hangisini anlatmak isterdiniz?
Unutamadığım birçok konserim var. İlk aklıma gelen lise yıllarımızdan beri arkadaşım Orçun ORÇUNSEL ile yıllarca çalmak isteyip de çalamadığımız Astor PIAZZOLLA’ nı viyolonsel ve piyano için yazdığı “Le Grand Tango”yu birlikte orkestraya uyarlayıp nihayet on yıl sonrasında çalabildik Orchestra’Sion eşliğinde ve Orçun ORÇUNSEL yönetiminde. Benim için çok değerli bir konserdi. Ve ikinci olarak da 14 yaşında orkestra eşliğinde ilk konserim olan G.FAURE’nin “Elegie”yi çaldığım konser benim için çok değerlidir.
“Vazgeçilmez” olarak gördüğünüz viyolonsel sanatçıları kimlerdir?
Benim viyolonsel sanatçıları arasında en hayranlık duyduğum kişiler P.CASALS ile başlar. Bence viyolonsel edebiyatı onunla başlamıştır. Ortaya çıkardığı J.S.BACH’ın viyolonsel süitleri onunla birlikte yeniden hayat buldu. Bu sourya cevap vermek aslında çok güç. Aklıma onlarca isim geliyor ve bu isimlerin tamamı çok büyük esin kaynağı oldu bir çok viyolonselciye. Mesela 1950’lerdeki Fransız ekolü (P.FOURNIER, P.TORTELIER, M.GENDRON ve A.NAVARRA) ve o ekolün temsilcileri benim için çok önemli yere sahiptir özellikle de L.v.BEETHOVEN yorumlarıyla. Sonra Almanların en büyüklerinden ilk aklıma gelen H.SCHIFF, David GERINGAS ve daha niceleri. Hepsi ayrı bir renk kattı. Ama en vazgeçilmez olarak gördüğüm ve şahsen tanışma şansı yakalayıp çok yakından canlı izleyebildiğim, şimdiye kadar gördüğüm en mütevazı ve aynı zamanda çok özgün bir yoruma sahip olan Yo-Yo MA diyebilirim.
Viyolonsel çalan kişilerin enstrümanlarıyla olan bağlarının köpek sahibi bir insanın köpeğiyle kurduğu bağlar kadar güçlü duygular olduğu söylenir. Sizce de öyle mi?
Viyolonsel çalan kişilerin belki de tüm müzisyenlerin enstrümanları o kişilerin can yoldaşı oluyor. Sahne hayatı stresli bir hayat ve insanlar ister istemez enstrümanlarına bir misyon yüklüyor bu stres altında. Canlı bir varlık gibi yaklaşıldığı doğrudur bunları düşününce. Şuan kullandığım viyolonsel çok sevdiğim bir meslektaşım olan Dieter MORITZ ile yıllarca hayat buldu. Geçtiğimiz yıl onun vefatından sonra ailem gibi gördüğüm sevgili Sema MORITZ bu müziğin benimle yaşamasını isteyerek viyolonseli bana getirdi. O günden beri yaşadığım manevi duyguları kelimelere nasıl döksem bilemiyorum. Kullandığım tüm enstrümanların da bir hikayesi var bunda olduğu gibi. Hepsi farklı bir ruh taşıyor gibi ve aynı insanlar gibi farklı karakterleri var. Hem enstrümanın kendisinde hem de daha önce ona ses veren insanların karakterleri. Özellikle yaylı sazlar (Ben de bu gruba dahil olduğum için bu grup hakkında konuşsam daha doğru olur.) el yapımı olduğu için yapan kişinin de hayat verdiği enstrümanlar. Aynı yapımcının yaptığı iki enstrüman bile farklılık gösteriyor ses karakteri açısından.
Peki, viyolonseli tek bir duyguyla eşleştirmenizi istersem hangi duyguyu neden seçerdiniz?
Viyolonselin doğası gereği sıcak ve romantik bir tonu olduğunu düşünüyorum. Zaman içerisinde de daha büyük bir misyon üstlenmiş bu alanda.
Pandemide müzikal anlamda en çok neyi özlediniz? Örneğin rüyalarınızda alkışlar veya kalabalık konser salonları gördüğünüz oluyor mu?
Pandemi süreci alışkanlıklarımızı çok değiştirdi. Onlarca konser kaydettik bu dönemde. Bir analiz süreci gibi sürekli kaydettiklerimizi dinleyip daha iyisi için çalıştık. Sanırım insan alışıyor ama bir gerçek var ki seyircili konserlerin heyecanı vazgeçilmez bir şey. Bu paylaşım çok değerli müzisyenler için. En kısa zamanda salgının bitmesini umuyorum tekrar seyirciyle buluşabilmek için.
Sahneye çıktığınız veya konser izlediğiniz, akustiğiyle, mimari özelliğiyle unutamadığınız konser salonları hangileri?
Çok sayıda turnede görev aldım, gerek yurtiçinde gerek yurtdışında. Şimdiye kadar en beğendiğim salonlar; Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile çıktığımız Avrupa turnesinde konser verdiğimiz Viyana Filarmoni Orkestrası’nın konser verdiği meşhur salonu “Musikverein” ve Amsterdam’daki “Concertgebouw” gerçekten harikaydı.
Pandemi dönemini müzikal anlamda nasıl geçirdiniz? Günde kaç saat viyolonsel çalışıyorsunuz?
Pandemi döneminin ilk üç ayı, provalar arasındaki koşuşturmadan fırsat bulamadığım çalışmaları yapabildiğim bir zaman dilimi oldu. Bu üç ay boyunca birçok kayıt yaptık ve yayınladık değişik mecralarda. Haziran ayındaki normalleşmeden sonra konserler açıkhavada ve dijital yayınlarla tekrar başladı. Sanırım Haziran ayından bu yana kadar hiç durmadık. Özellikle Borusan Filarmoni Orkestrası ve Borusan Sanat bu konuda inanılmaz bir özveriyle sezon konserlerinin sayısını iki katına çıkartarak hem bünyesinde çalışan sanatçıları hem de dinleyiciyi hiç yalnız bırakmadı.
Klasik müzik çalışmalarınız sırasında herhangi bir kurumsal destekten, fon veya burstan yararlandınız mı? Viyolonsel gibi enstrümanlarda devlet ve özel sektörün müzisyenlere desteğini nasıl görüyorsunuz?
Harika Çocuk Yasası kapsamı dışında devletin bir burs verdiğini bilmiyorum. Genelde Borusan Sanat, Eczacıbaşı ve İş Bankası gibi büyük kurumların destek olduklarını biliyorum. Ben öğrencilik dönemimde yararlanmadım. Ama bu burslardan yararlanan çok arkadaşım var ve bu burslar sayesinde çok büyük başarılara imza attılar. Çok değerli buluyorum ve artmasını da umuyorum. Geçtiğimiz yıl üyesi olduğum Bosphorus Trio ile uluslararası bir şirket olan “Naxos” ile “Turkish Piano Trios” adlı bir albüm çıkardık ve bize bu süreçte destek olan Sn.Muzaffer KURTCAN ve Emek Yağ’a çok büyük bir teşekkür borçluyuz. Onların desteği olmasaydı bu ekonomik şartlarda işimiz çok zor olurdu.
Eğitim amacıyla hiç yurtdışında bulundunuz mu veya bu yönde planlarınız var mı?
Eğitim amacıyla yurtdışında çok defa bulundum. Sahne sanatları için öğrencilik ömür boyu sürüyor aslında ve önümüzdeki zamanlar neler getirir bilemiyorum ama herhalde yaşımdan dolayı artık daha çok sahnede olmayı tercih ederim. Özellikle üyesi olduğum Bosphorus Trio ile çalışmalarımızı uluslararası bir firma ile yaparak Avrupa’ya açılmak üzere oldukça girişimlerimiz var. Belki de bundan sonraki adımlar, girişimlerde bulunduğumuz festival ya da konserler olacak.
Kariyerinize dair hayaliniz nedir?
Kariyerimin çok yönlü olmasını hedefliyorum. Şu anda Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası üyesiyim, Maltepe Üniversitesi Konservatuvarı’nda viyolonsel dersleri veriyorum; aynı zamanda da Bosphorus Trio ile oda müziği çalışmalarını gerçekleştiriyorum. Aynı zamanda solist olarak konserlere katılıyorum. Bunların daha geniş bir mecrada olması hayalim. Kişisel olarak da grup olarak da müziğimizi daha çok kişiyle paylaşma çabası içindeyiz. Bu hayalleri hayata geçirmek için girişimlerim ve grup olarak da girişimlerimiz hep devam ediyor.
Viyolonsel çaldığınız en sıradışı yer şimdiye kadar neresi oldu?
Nemrut Dağı’nın zirvesi diyebilirim.
Çocuklar arasında viyolonsele olan ilgiyi nasıl görüyorsunuz?
Mezun olduğum dönemden beri çeşitli kurumlarda ders verdim. Bence eskisine göre ilgi daha fazla. Merak eden kişiler gittikçe artıyor ve konservatuvar sınavlarına viyolonsel çalmak isteyerek gelen birçok çocuk gördüm.
Müzik tarihinde bir dönemde yaşamanız gerekse, hangi dönemi tercih ederdiniz, neden?
Belki elli yıl önce doğmuş olsaydım daha şanslı hissederdim ama bu dönem de fena sayılmaz. Geçmişteki bütün müzik dünyasına sahibiz. Müzik tarihinin karakterleriyle büyüdük, okuduk, dinledik, eserlerine çalıştık. Duygusal açıdan çok uzak görmüyorum yaşantılarını.
Viyolonselinizle birlikte herhangi bir sosyal sorumluluk projesine dahil oldunuz mu?
Çeşitli yardım projeleri için birkaç konsere katıldım. Bu tip konserlerin tertip edildiğine çok şahit olmadım. Belki de ben bilmiyorumdur. Ben daha çok bireysel çabalarla destek olmaya çalıştım. Mesela konservatuvara girmek isteyen yetenekli bir çok öğrencim oldu.