Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuarı’nda eğitimini sürdüren ve yedi yaşında Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat Vakfı’nda piyano eğitimine başlamış olan Ekin Karadaş, müzikle iç içe başlayan çocukluk yıllarından beri piyano dışında başka herhangi bir enstrümana yönelmek bile istememiş.
Şimdiye kadar birçok ulusal ve uluslararası çapta konser, yarışma, ustalık sınıfı ve seçmeye katılmış olan Ekin, konservatuar eğitiminin bir müzisyen için oldukça büyük katkılar sağladığına, konservatuvarda yalnızca solist olarak değil, bir müzisyen, sanatkar olarak yetiştirildiklerine işaret ediyor. “Konservatuvar yalnızca çaldığınız enstrumana değil; müziğe, sanata dair de birçok şey öğrendiğiniz bir eğitim yuvası. Yıllar geçtikçe müziğin tarihi, edebiyatı ve esas olan ‘müzik’ hayatınıza giriyor. Oda müziği dersleri gibi derslerde paylaşmayı, bazen geri çekilmeyi öğreniyorsunuz” diye anlatıyor Ekin.
Ona göre, piyanonun sesi ve müzik, karanlıkta ışık yayan yıldızlarla özdeş. Benzer şekilde, piyanosunu çalmayı hayal ettiği en sıradışı mekan ise, Kuzey Işıkları altında İskandinavya’da bir manzara. Pandemide birçok yaşıtı müzisyen gibi o da en çok başka insanlarla birlikte müzik yapmayı özledi, çünkü birlikte bir eser icra ederek bilgilerini birleştirdiklerini, aynı anda pek çok perspektiften eseri anladıklarını ve enstrümanların her anlamda içine girebilmenin fevkalade olduğunu söylüyor.
Ekin’e göre, klasik müzik her anlamda bir toplumda estetik boşluğu dolduran bir araç. Ancak, müzisyenlere, özellikle de genç müzisyenlere yeterince destek verilmemesi de Ekin’i zaman zaman büyük hayal kırıklıklarına uğratıyor. “Geçen sene katıldığım Golden Classical Music Awards Yarışması’nda derece alarak kazandığım ‘Carnegie Hall’de konser verme ödülüne gidemememin nedeni de parasal anlamda öğrencilerin bu tür zorluklar yaşaması. Maalesef yalnızca ben değil çevremde de yurtdışı eğitimine bu sebeplerden başlayamayan, enstruman temin edemeyen örnekler çoğunlukta” diye açıklıyor bu durumu.
Eğitimine devam eden ve konservatuar öğretmenlerinin çok parlak bir yetenek olarak gördüğü bu genç piyanisti tanımak isterseniz, aşağıda kendisiyle çok keyifli bir söyleşimiz sizi bekliyor:

Kendinizi biraz tanıtır mısınız? Müzik yolculuğunuz kaç yaşında nasıl başladı? Nasıl devam ediyor?
Müziğe 7 yaşında Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat Vakfı’nda piyano eğitimi alarak başladım. Başta yalnızca ‘bir hobi olsun, uğraşı olsun’ diye düşünülürken, daha sonradan gittiğim Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde öğretmenim olan Gökhan Yaşar, konservatuvar sınavlarına girmem konusunda ısrarcı oldu.
Mimar Sinan Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarı’nı tam zamanlı olarak 2013 yılında kazanarak önce Öğr. Gör. Zeynep Yamantürk’ün sınıfına katıldım. Daha sonra Prof.Gülden Gökşen’in sınıfında halen sürdürdüğüm eğitimime devam ettim.
Konservatuvar tam zamanlı eğitimine aslında ortaokul yıllarımızda başladığımızı düşünürsek, bu uçsuz bucaksız eğitim için hayata dahi tam girememişken, geleceğimizi de kapsayan mühim bir karar vermek durumunda kalıyoruz. Bu nedenle ortaokul yıllarım boyunca her sene ailemle isteklerime dair konuşmalar yaptık. Onlar konservatuvar ciddiyetinin farkındalardı ve ben de bu sayede piyanonun hayatımdaki yerini her zaman ön planda tuttum. Konservatuvar beni yalnızca eğitim alanında değil, sosyokültürel açıdan da pozitif yönde etkiledi. Eğitimim boyunca pek çok öğrenci gibi birçok yarışma, ustalık sınıfı veya konser etkinliğine katılma şansı yakaladım. Bazen arkadaşlarımızla, bazen öğretmenlerimizle gittiğimiz bu etkinliklerde çoğu duyguyu yaşama ve anlama fırsatım oldu. Yeni insanlarla tanışmak, etkileşim kurmak; onlardan bilgi edinmek, kendini geliştirmek, farklı bakış açılarını en çıplak haliyle gözlemleyebilmekse harika bir şey.
Şimdi ise pandemi dönemi nedeniyle evde çalışmalarıma devam edip, kayıtlar alıyor; çevrimiçi yarışmalara katılıyorum. Kendimizi bu dönemde motive etmek oldukça güç ancak bu benim zorunda bırakıldığım bir şey olmadığı için sorun haline dönüşmüyor. Aksine piyano çalışmak, çalmak, hatta dinleyerek müziğin bir noktada içinde olmak bile bu zor dönemde benim bir şeylere karşı olan umudumu yeşerten yegane şey.
En baştan beri hayaliniz piyano çalmak mıydı?
Müzikle iç içe olduğumdan beri aklıma başka bir enstrüman çalmak hiç gelmedi. Piyanoyu birlikte çok fazla zaman geçirdiğim biri olarak görüyorum, küçüklüğümden beri her duyguyu da onla yaşadım. Dolayısıyla hayallerimde de piyano hep ana fikirdi.
Katıldığınız konserlerden ve seçmelerden bahseder misiniz?
Şimdiye kadar birçok konser ve yarışmaya katıldım. İstanbul dışında Adana, Düzce, Antalya, İzmir, İtalya gibi şehir veya ülkelerde seçmelere girdim ve konserlerde yer aldım. Bu yarışmalar ve konserler deneyim olmanın yanı sıra, içsel olarak kendimizi anlamamızın da başka bir yolu bana kalırsa. Bu tür ortamlar yine birbirimize kenetlendiğimiz ve pek çok şey paylaştığımız yerlerden. Aldığımız sonuçlar ise hepimizi mutlu edecek türden.
Öğretmenim Prof. Gülden Gökşen’in her yıl düzenlediği sınıf konserleri biz öğrencilerin konser ve yarışma hayatını çok olumlu etkiledi. Sınıf konserleri dışında birçok konser ve yarışmaya bizi her daim hazırladığı da su götürmez bir gerçek. Konser anındaki hissiyatsa tasvir edilemez.
Yarışmalar da benim için tam anlamıyla jüriler tarafından değerlendirildiğimiz bir nevi konser. Uzun zamandır üstüne düşündüğünüz, zamanınızı verdiğiniz eserleri icra etmek tarif edilemez. Bu tür zamanlarda yalnızca selam verme ve alkış kısmı hafızalarımda yer eder. Çünkü icra esnasında piyano başında sadece çalışmış, hangi ölçüde ne geldiğini bilen Ekin olur.
Sizce bir müzisyen adayına konservatuvar eğitimi neler kazandırır?
Konservatuvar yalnızca çaldığınız enstrumana değil; müziğe, sanata dair de birçok şey öğrendiğiniz bir eğitim yuvası. Yıllar geçtikçe müziğin tarihi, edebiyatı ve esas olan ‘müzik’ hayatınıza giriyor. Oda müziği dersleri gibi derslerde paylaşmayı, bazen geri çekilmeyi öğreniyorsunuz.
Çocuk denebilecek yaştan itibaren müziğin içinde yer almak, teneffüslerde müzikle birlikte olmak; boş derslerde dahi odalarda çalışmak, yan odanızdan yine müziğin sesini duymak muhteşem.. Ezbere dayalı eğitim sisteminden ziyade öğrendiğiniz tarih bilgisi bile mantığını kurabileceğiniz türden. Yani konservatuvarda yalnızca solist olarak değil, bir müzisyen, sanatkar olarak yetiştiriliyoruz. Ortaokulda bağdaştıramadığınız şeyler, cevaplanmayan sorular lisede yanıt buluyor. Sizi aynı zamanda araştırmaya da iten konservatuvar eğitimi; hiçbir zaman tek bir konunun sizi başarıya götürmediğini de gözler önüne seriyor.
Enstrümanınıza çalışmak bunun yalnızca bir kısmı. Müziğinize armoni, müzik tarihi veya dönem bilginizi empoze etmeniz gerekiyor. Kendinize kattığınız her bilgi konservatuvarda müziğinizi farklılaştıran ve size özgü olmasını sağlayan bir araç aslında. Konservatuvarda her geçen yıl ise, müziğin sesini daha da açma şansı elde ediyorsunuz diyebiliriz.
Sizce bir piyanistin ustalık sınıflarına katılması onda nasıl değişimler/yetkinlikler yaratır? Sizin hayatınızda en çok iz bırakan ustalık sınıfı hangisi olmuştu?
Ustalık sınıfları eserler hakkında farklı fikirler edinebildiğimiz yerlerdir. Bu sınıflara aktif olarak katılmanın yanı sıra, seyirci olarak dinlemek bile size pek çok şey kazandırabilir. Bakış açısı insanın düşüncelerini her alanda fazlasıyla etkileyen bir şey olduğundan, bu konuda da öğrenciye fazlasıyla etki ettiğini düşünüyorum. Bazen ustalık sınıfında tek bir eser için öğrendiğiniz bir şey, tüm hayatınız boyunca çalıştığınız her eserde kullandığınız bir fikir haline gelebiliyor. Bazen her yıl öğrendiğiniz bir şey, ustalık sınıfı ile tekrar hayatınıza giriyor. Çünkü yaptığımız, öğrendiğimiz o kadar fazla çalışma ve düşünce var ki; bazen bu sınıflar bize bağlamda tekrar bir dürtü oluyor.
Benim hayatımda en çok iz bırakanı ise katıldığım ilk eğitim olan Prof. Vincenzo Balzani’nin ustalık sınıfı oldu. En çok heyecanlandığım, meraklandığım eğitimlerden olan bu dersle ustalık sınıfı mantığını kavradım ve diğer deneyimlerim için bir temel atmış oldum.
Piyanonun sesini doğada neye daha çok benzetirsiniz?
Hatırı sayılı bir süredir gökyüzüne ve yıldızlara ayrı bir ilgim var. Saatlerce hiçbir şey yapmadan yıldızları izleyebilirim. Sesini doğada bir şeye benzetmekten ziyade piyanoyu doğada en çok yıldızlarla bağdaştırıyorum demek daha doğru olur. Görüş açımda yıldızlar varken piyano çalmak, hayatta en keyif aldığım şeylerin başında geliyor. Piyano veya müzik, karanlıkta ışık yayan yıldızlarla özdeş benim gözümde.
Unutamadığınız bir konseriniz veya katıldığınız bir yarışmayı sorsam, hangisini anlatmak isterdiniz?
Normalde, anı hafızası çok iyi olmayan biri olmama rağmen İtalya ‘’Val Tidone Uluslararası Müzik Yarışması’’nı aklımdan silemiyorum. 14 yaşında öğretmenim ve arkadaşlarımla gittiğim bu yarışma, yarışmalar arasında en çok kazanım sağladığım, olgunlaştığım ve belki de müzikle bir olduğum önemli bir geziydi de aynı zamanda….
Öğretmenim Prof.Gülden Gökşen ile aynı odada kalmamız, çalışmaları hep beraber yapmamız da bunu etkilemiş olabilir. Ülkemi uluslarası anlamda başka bir ülkede temsil etme fikri de beni heyecanlandıran şeylerden biriydi. Yarışmadan önce saatlerce sınıflarda çalışıp, müziğe dair sohbet ettik, fikir paylaştık. Bunların sonucunda derece almak, birlikte müziği hissetmek, müzik hayatı dışında da öğretmenimden pek çok şey öğrenmem, gelecekle ilgili konuşmak, planlar yapmak gibi güzel duygular ise bunu unutamamamın başlıca sebeplerindendir diye düşünüyorum.
Piyanonuzu alıp en sıra dışı yerde konser vermenizi istesem, tercihiniz neresi olurdu?
Durup durup düşündüğüm, bu konuda hayal kurduğum tek bir yer var: Kuzey Işıkları..
Böyle bir ortamda bulunmak, piyano çalmak gerçekten hayalimde bile tüyler ürpetecek derecede çok güzel. Norveç, Finlandiya, İsveç, İzlanda veya bunu görebileceğim başka bir yere gitmek, müziği paylaşmak mükemmel olacaktır diye düşünüyorum.
Pandemide müzikal anlamda en çok neyi özlediniz?
Müzikal anlamda en çok insanlarla birlikte müzik yapmayı özledim çünkü bu esnada kelimelerin bir anlamı olmuyor ve bence bu mucizevi bir olay. Müzikle anlaşıyorsunuz, hislerinizi, duygularınızı müzikle anlatıyorsunuz. Birlikte oturup müziğe nasıl baktığınızı yine müziğinizle cümlelere döküyorsunuz. Birlikte bir eser icra etmekse apayrı bir şey. Bilgilerimizi birleştirmek, aynı anda pek çok perspektiften eseri anlamak ve enstrümanların her anlamda içine girebilmek fevkalade.
Pandemi dönemi, pek çok şeyi kısıtladığı gibi birlikte müzik yapmayı da imkansız hale getirdi. Çevrimiçi olarak müziğinizi paylaşmak kesinlikle çok zor. Çalıştığınız eseri çevrimiçi şekilde çalarken çok farklı yansıtmak zorunda kalabiliyorsunuz maalesef. Oda müziği eserlerini çevrimiçi kavramak, paylaşmak; kendi solo repertuvarımızda olduğu kadar güç ve anlaşılmaz. Ancak tüm müzisyenler olarak bu dönemi en verimli şekilde, en çok kazanım sağlayabileceğimiz; olgunlaşabileceğimiz şekilde atlatmaya ve devam ettirmeye çalışıyoruz.
Pandemi dönemini müzikal anlamda nasıl geçirdiniz?
Pandemi dönemi, hayatın stresi ve aklın almadığı derecede geçen hızı nedeniyle hep hayalini kurduğumuz o ‘boş’ zamanı ellerimize verdi aslında. Bu boş zamanı müzikal anlamda yalnızca çalışarak değil, araştırarak ve müzik bilgisi olarak da kendimi geliştirerek geçirdim. Kendime kattığım müzik bilgisi, çalışmalarımı da olumlu yönde etkiledi. Bu süreçte öğretmenimle hiç ara vermediğimiz çevrimiçi derslerimiz de bana müzikal anlamda çok şey kattı. Repertuvar çalışmaları dışında, lise son eğitimimde öğretmenlerimle müzik konusunda da çevrimiçi olarak ilerleme sağladık. Yani müziği anlama konusunda pandemi aslında beni çok olumlu etkiledi.
‘Zamanım yok’ diye ertelediğim araştırmalarım, yazılarım ve okumalarıma bu sayede fazlasıyla zaman ayırabildim. Müziğin icrası mevzusunda pek çok zorlukla karşı karşıya kalsak da, zaman bakımından altın tepsi ile sunulan bu boşluğu da fırsata çevirmeliyiz diye düşünüyorum. Yapmadığınız o şeylerin hepsini yapabilir, başlamadığınız o kitabı okuyabilir, izlemediğiniz filmleri izleyebilirsiniz. Hobilerinize yer verebilirsiniz. Bu pandemi döneminde zamanımızı geçirmek yerine, bize olumlu anlamda dönüt verecek şeylerle değerlendirmemiz gerekiyor. Durum iyi değil ancak elimizdekileri en iyi şekilde kullanırsak kendimize bir şeyler katabiliriz diye düşünüyorum. Ben de bu düşünceden yola çıkarak, 1 yılını devirdiğimiz pandemide aklımda olan; kah müzikal anlamda, kah kültürel anlamda beni geliştirecek şeylere yöneldim.
Türkiye’de herhangi bir kurumsal destekten, fon veya burstan yararlandınız mı?
Burs desteğine Türkiye’de çoğu öğrencinin ihtiyacı olduğu kanaatindeyim. Burs sistemi programlı şekilde ilerlemiyor. Ülkemizde büyük bir seminer eksiği de olduğunu düşünüyorum. Öğrencilere üniversite, burs sistemi, Erasmus+ programı gibi geleceğimizi etkileyebilecek pek konu hakkında bilgi ve kaynak eksikliği var. Yalnızca İstanbul pahalı bir şehir değil, katıldığımız yarışmalar, konser salonları gibi imkanlar da oldukça pahalı.
Ben de bireysel burs desteğinden yararlanan bir öğrenciyim ancak bursumu biriktirerek ve kendim de destekleyerek yarışma harçlarına veya konser/yarışma için gittiğimiz seyahatlere bu parayı ancak harcayabiliyorum.
Geçen sene katıldığım Golden Classical Music Awards Yarışması’nda derece alarak kazandığım ‘Carnegie Hall’de konser verme ödülüne gidemememin nedeni de parasal anlamda öğrencilerin bu tür zorluklar yaşaması. Maalesef yalnızca ben değil çevremde de yurtdışı eğitimine bu sebeplerden başlayamayan, enstruman temin edemeyen örnekler çoğunlukta…
Sahneye çıktığınız veya konser izlediğiniz, akustiğiyle, mimarisiyle, size yaşattığı duygularla unutamadığınız konser salonu hangisi oldu?
Eski ve klasik mimari seven biri olarak konser verdiğim, izlediğim kiliseler bende hep ayrı bir duygu bırakmıştır. Bu tür yapılarda müzik icra etmek veya dinlemek, müziği başka bir dünyada sunuluyormuş gibi hissettiriyor ve yansıtıyor. Aya İrini Kilisesi’nde izlediğim orkestra konseri müzikle birlikte tüm hayal gücümün dışavurumunu sağlamış ve kendimle ilgili bazı şeyleri anlamama hizmet etmişti.
Herhangi bir sosyal sorumluluk projesine katıldınız mı?
İçinde piyanonun da olduğu vakıf etkinlikleri dışında, her yıl olduğu gibi bu yıl da köy okullarına okuma ve kaynak kitap desteği kapsamında bireysel olarak yardımda bulunmaya çalışıyoruz. Adımıza ağaç dikmek gibi çevreye az da olsa katkı sağlayabilme imkanlarımız olması çok güzel.
Ancak bunun bilgilendirmesi de insanlara doğru şekilde yapılmıyor diye düşünüyorum. Yeterli kamu spotu veya seminer desteği yok. Halk bunun gibi toplumsal konularda bilinçlendirilmeli ve bize doğru yol gösterilmeli. Çünkü sosyal sorumluluk projeleri için adım atmaya çalışan, bunun için çabalayan insanlar dışında bizim herkese ihtiyacımız var.
En çok beğendiğiniz üç piyanist kim?
Spesifik olarak piyanistleri kafamda küçüklüğümden beri sınırlandırmıyorum. Her dinlediğim yorum benim için ayrı bir noktaya hizmet edebiliyor. Bazen ‘Falanca’ icracısı diye adı çıkmış bir yorumcudan ziyade, adı hafızlarda çok yer etmemiş biri o eser için ilgimi çekebiliyor. Bazen bütün eserde tek bir nokta için yapılan bir numara, beni hayrete düşürebiliyor. Konservatuvarda akademik eğitim aldıktan sonra, eserlerin icralarına baktığımızda yorumlama özgürlüğü sonu gelmez gibi geliyor. Ancak ben dönemden kopmadan, bir nevi restore edilmiş yorumları daha cezbedici buluyorum.
Horowitz, Martha Argerich, İdil Biret, Krystian Zimmerman gibi isimler beni yorumlarıyla müziğin içine çeken birkaç örnek diyebilirim.
Klasik müzik bir toplumda sizce hangi boşluğu doludurur?
Kanımca sosyo-kültürel yapıyı güçlendiren, bir noktada tarihin, dinin tasviri olan klasik müzik, kompozitörlerin iç dünyalarını ve hayatlarına psikolojik açıdan da bakabildiğimiz bir yapıdır. Müzik evrenseldir ve kendine ait bir dili vardır. Bu yüzden hepimizindir, ayrım yapmaz. Bu nedenlerle klasik müziğin her anlamda bir toplumda estetik boşluğu dolduran bir araç olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de sizce klasik müziğe ilgi nasıl?
Klasik müziğin severinin, fazlasıyla bunun içinde olmasıyla birlikte, ülkede kültürel sebeplerden dolayı ilginin çok fazla olmadığı da nesnel bir şey. Ancak biz klasik müzik severler, icra edenler, yorumlayanlar ve bunu tam anlamıyla öğrenenler, öğretenler olarak; çocukları, henüz klasik müzikle hiç tanışmamış insanları bu müzikle tamamiyle tanıştırmak, bu müziği gelecek nesillere aktarmak için, bir nevi yaymak için uğraş vermekteyiz.
Yurtdışı örnekleriyle kıyaslandığında, Türkiye’de oda müziği sizce yeterince gelişmiş mi?
Oda müziği eğitimi ve müziği, Türkiye’de gelişmiş değildi ancak ülkemizde son zamanlarda müzisyenler bu konuda adımlar atmaya başladılar. Örneğin oda müziği eğitimi, bu konuda uzmanlaşmak isteyebilecek klasik müzik öğrencileri için yetersiz saatlerde. Fakat şimdilerde oda müziği ülkemizde yavaş yavaş resmi gruplarla, konser salonlarında daha çok göreceğimiz bir tür haline gelmeye ve yansıtılmaya başladı.
Hayatımızın her alanında önemli olacağını düşündüğüm oda müziği eğitimi, bizim gibi lise çağında çocuklara hem müzikal anlamda, hem de toplum içerisinde yaşantımız hakkında birçok şey öğretmekle birlikte, solo enstrumanımızda da bizi fazlasıyla geliştirmektedir.
Mesleğinize dair yurtdışı hayallerinizden, planlarınızdan bahseden misiniz?
Her klasik müzik öğrencisinin olduğu gibi benim de yurtdışı eğitimine dair planlarım tabii var. Bu planları şimdilik yüksek lisans bağlamında yapsam da, okul ve öğretmen arayışlarım şimdiden başladı. Eğitim, her noktada çok önemli olduğu için gelecek planlarımdan benim için en mühimi, aldığım tüm eğitimi yapabildiğim ölçüde diğer nesillere aktarabilmek. Ülkemizin buna ve bu tür şeylere her alanda ve kurumda ihtiyacı olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz diye düşünüyorum.