18 Ağustos 2021 – Perspektif yazım
Ankara’nın Altındağ ilçesinde yer alan Önder mahallesinde, nam-ı diğer “Küçük Halep”te sıradan bir gündü aslında. Sapsarı saçları, mavi gözleriyle isminin anlamı olan “ülkesiz”den ziyade bir güneş parçasını andıran Bewar, gündüz sokakta arkadaşlarıyla doya doya futbol oynamış, acıktığında annesinin ona hazırladığı etliekmeği yemek için eve çıkmış, ardından “oğlum terlisin, üzerini değiştir” uyarılarına aldırış etmeden kızgın güneşin altında yeniden arkadaşlarının arasına karışmıştı. Akşam hepsini ellerinde sopalar ve taşlarla bekleyen, “gidin ülkenizde savaşın” diye haykıran öfkeli topluluğun ayak seslerini ise kimse o saatlerden işitemezdi. Birisi onları önceden uyarsa muhtemelen yanıtları “burası yıllardır artık bizim de vatanımız, neden bizi kovarlar ki” olacaktı
Ancak ilerleyen saatlerde Altındağ ilçesinin Battalgazi ve Önder mahalleleri, birkaç gün önce Suriyeli bir grup ve mahalleli arasında çıkan kavga sonucu yaralanan iki kişiden birinin hastanede hayatını kaybetmesinin ardından Suriyelilere, evlerine, işyerlerine, arabalarına, canlarına yönelik saldırılara sahne olacak; saldırı sırasında fiilen ve öncesinde de 10 tane fav peşinde sosyal medya üzerinden bu saldırıyı körükleyen koşulları yaratan 148 kişi yakalanacak ve çoğunun yağma, kasten yaralama, uyuşturucu madde bulundurma ve hırsızlık gibi suçlardan kaydı bulunduğu anlaşılacaktı.
Haftaiçi ailenin geçimini sağlamak için sigortasız, kayıtsız şekilde bir mobilya atölyesinde çalışan Bewar bu esnada odasındaki gardıroba sığınacak, babasının ona yaşgününde aldığı kulaklıkta müziği sonuna kadar açıp, tekbirler getiren öfkeli dış sesleri, kendi masum iç müziğiyle bastırmaya çalışacaktı. Ama tam da o sırada sabah futbol oynadığı arkadaşını, başına evinin salonundayken dışarıdan isabet eden kaya parçası kanlar içerisinde bırakıp hastanelik edecekti.
Mucizevi Çözüm Yok
Peki bu gerginliklerin bir daha bu noktaya gelmemesini sağlamak için neler yapabiliriz?
Irkçılığa karşı çıkmanın yetmediği, bu düşmanlığı körükleyen, besleyen koşullara da itiraz edilmesi gerektiği günden güne fark ediliyor. Kitleler halinde ülkemize akın eden mültecilerin topluma entegrasyonu konusunda uluslararası toplumun işbirliği ve sorumluluk paylaşımı açısından son on yıldır birçok farklı yöntem denendi, travma sonrası stres bozukluğuyla mücadeleden işgücü piyasasına entegrasyona dek birçok değerli proje yürütüldü. Ancak kontrolsüz göçün ekonomik ve sosyal yükünü hafifletmenin bir kısayolu, bir mucizevi çözümü olmadığı da kısa sürede anlaşıldı; zira söz konusu projeler ağırlıklı olarak geçim kaynaklarını iyileştirmeye ve kısıtlı bir entegrasyona yönelikti ve hak-temelli bir yaklaşım üzerine kurgulanmamıştı.
Dolayısıyla, toplumsal gerginlikler, sel, deprem, pandemi gibi acil durumlarda yine insani yardım formatına geri döndüler, sürdürülebilir olmadılar, mültecilerin zorlu yaşam koşulları karşısında dayanıklılıklarını (resiliency) artırmadılar, onlara “balık tutmayı” öğretmediler, toplumun geri kalanı tarafından “devamlı yardıma muhtaç gruplar” olarak algılanmalarına ve ötekileştirilmelerine yol açtılar. Öte yandan, sığınmacıların yakın zamanda ülkelerine dönmeyecekleri, bu zamana kadar gelenlerin ezici çoğunluğunun da artık Türkiye’de hayatlarını sürdürecekleri, ama Batılı ülkelerin de “biz para verelim de sizde kalsınlar” söyleminin halkta artık giderek daha büyük bir kaygı doğurduğu da görüldü.
Ankara Üniversitesi’nden uluslararası göç hukuku uzmanı Neva Öztürk’ün de ifade ettiği gibi, uluslararası hukukta bu sorumluluğun nasıl paylaşılması gerektiği belirlenmemiş olduğu gibi paylaşma zorunluluğu doğuran bağlayıcı bir kaynak da yok. Bu durum, Türkiye’de olduğu gibi bazı ülkelerin gereğinden fazla sığınmacı sorumluluğu alması ile sonuçlanabiliyor. Hukukçu Öztürk’e göre, sorumluluğun paylaşılmasında Türkiye’nin AB ile yaptığı işbirliğinde maddi boyuttansa, en başından beri Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) kanalıyla yeniden yerleştirmeye yani sorumluluğun fiziksel paylaşımına odaklanması gerekirdi; zira bir ülkede sığınmacı sayısı ne kadar yoğunsa kapasite yetersiz kaldığı için hem entegrasyon sorunu yaşanıyor hem de sığınmacılar hak ve hizmetlere etkin şekilde erişemiyorlar.
“Ülkelerine geri gönderelim” söylemleri de uluslararası koruma hizmetleri ve evrensel insan hakları hukuku açısından bir gerçeklik temeline sahip değil. Dört milyon insanı pratik olarak menşe ülkelerine geri göndermeniz mümkün değil. UNHCR bu sene Türkiye’den sadece 20,000 mülteciyi başka bir güvenli ülkeye yerleştirmeyi hedefliyor. Ayrıca yerleştirmek istediğiniz üçüncü ülkelerin bu kişiler için güvenli olması ve ülkenin bu yönde bir kabule rıza göstermesi ya da bu ülke ile aranızda, kabulü zorunlu hâle getirebilecek bir geri kabul anlaşması bulunması gerekiyor. Birçok göç uzmanının da önerisi, artık yerleştirme kapasitesinin sınırlı kalması ve adeta “umutsuz” bir hal almasından dolayı, geri göndermenin insancıl formüllerinin gündeme getirilmesi, güvenli yaşam koşullarının oluşturulduğu bölgelerde mültecilerin Suriye’ye kontrollü bir şekilde geri gönderilmesi, ama bunun da insan hakları ve hukuk çerçevesinde kontrollü ve güvenli bir şekilde yapılması.
Öte yandan, bu hassas süreçte sınır güvenliğinin güçlenmesi ise şart. Dolayısıyla özellikle Afgan göçmenlerin akın ettiği ve İran’ın herhangi bir denetim uygulamadığı sınır konusunda AB’nin de mali destekte bulunacağı şekilde İran’la bir anlaşmaya varmamız gerekiyor. Sığınmacılar konusuna hak-odaklı yaklaşan hukukçuların da üzerinde uzlaştığı gibi, Türkiye AB ile ilişkilerde sorumluluğun paylaşımında sadece maddi boyuta odaklandı; entegrasyona ilişkin politikalarda yetersiz kalındı.
Mülteci sorununa tabir-i caizse “yumurta kapıya dayanınca” çözüm arayışına girmek de toplumda infial halini tetikleyebiliyor. Bunu özellikle pandemi döneminde birçok işletme kapanırken, evlerimizden çıkamazken, kırılgan bir grup olan mültecilerin bir kat daha yoksullaşması ve sivil toplumun onlara el yordamıyla yardım götürme çabalarında gözlemledik. Bu konuda yazılan önemli bir makalede belirtildiği gibi, “insan haklarını, evrensel değerleri ve bu değerlerin biçimlendirdiği yasal dayanakları temel almak yerine acil müdahaleyi ya da insani yardımı temel alan koruma biçimlerinin uygulanması; uzun vadede mülteci, sığınmacı ve koruma ihtiyacı olan diğer gruplara sunulan koruma politikalarının kapsamlı şekilde gelişmesini engelleyebilir ve bu grupların dayanıklılıklarını azaltabilir.[1]”
“Çok Seviyorsan, Al Evinde Besle”
Altındağ’daki son gerginlikte ekonomik boyutu da gözardı edemeyiz. Suriyelilerin devletten aldığı iddia edilen sosyal yardımlar, dükkanlarının ruhsatsız olduğu ve vergi ödemedikleri yönündeki iddialar, zaten pandemi döneminde birçoğu işlerinden olmuş halkın içindeki yabancı düşmanlığını yeni bir kılıfa bürümesinde itici güç oldu. Milyonlarca gencin işsizlikle ve açlıkla boğuştuğu bir ortamda, düşük vasıflı işlerde de kayıtsız çalıştırılan mültecilerin tercih edilmesi karşısında ellerindeki olanakların kısıtlanmasından ve zaten dar olan pasta dilimini paylaşmak zorunda kalmaktan rahatsızlık duymaları anlaşılır. Ama bunun sebebi, bu savaştan kaçıp ülkemize sığınan insanlar değil; bunun çözümü de bu rahatsızlığı nefret ortamına dönüştürmek, “çok seviyorsan, al evinde besle” şeklindeki merhamet fukarası öneriler hiç olamaz.
Ekonomik açmazlarda ve demografik sorunlarda günah keçileri hep sonradan gelenlerdir ve siyaseten de bu “sepetten” herkes kendisine bir çıkar sağlar. Suriyelilerin bu kez şanssızlığı, Taliban’dan kaçan Afganların kitleler halinde Türkiye sınırlarına akın ettiği bir dönemde yabancı düşmanlığının onlara yönelmesi oldu. Afganlar bir açıdan Suriyelileri de ateşin içine attı. Ama Suriyelilere taşlarla, sopalarla saldıran güruhun içerisinde, bir süre önce kömürlükten bozma yerleri rayiç fiyatının beş katına Suriyelilere kiralayan, daha fazla para veren Suriyeli aileleri kiracı almak için Türk kiracısını evden çıkaran veya Ankara’nın mobilya merkezi Siteler’de sigortalı Türk işçi yerine kayıtsız Suriyeli işçiyi beşte bir maaşla çalıştırmakta beis görmeyen kişiler de bulunabilir. Dolayısıyla Altındağ’da tek bir Suriyeli kalmayınca sorun çözülmüş olmayacak. Biz, o “muhteşem” ikiyüzlülüğümüzle hesaplaştığımızda bir şeyler değişmeye başlayacak.
Seçmende Karşılığı Var
Elbette toplumun hiçbir şey olmamış gibi hareket etmesini bekleyemeyiz. Prof. Murat Erdoğan’ın düzenli aralıklarla yürüttüğü Suriyeliler Barometresi’nin yakında açıklanacak en güncel verilerinden biri de seçmenlerin yüzde 47’sinin oy verirken mülteciler politikasına bakacağını açıklaması. Metropoll şirketinin yaptığı son ankete göre “Taliban’dan kaçan Afganlara Türkiye sığınmacı olarak kapılarını açmalı mı?” sorusuna katılımcıların yüzde 63’ü “hayır” yanıtını verdi.
Muhalefetin bu kartı oynamasının da asıl sebebi, işte bu seçmen tercihlerinden kaynaklanıyor. Ancak Altındağ’daki saldırıda bulunanların homojen bir kitle olmaması, içerisinde birçok partinin seçmeninin olması, partilerin de bu tür “dikenli konularda” seçmenlerini çok da ikna edemediğini gösteriyor. Bu süreçte sorumsuzca siyasi söylemlerin ne kadar tehlikeli olabileceğinin de bir kez daha ayrımına varıyoruz. Bolu Belediye Meclisi’nde sığınmacılara 10 kat su zammı ve katı atık vergisi ücreti zammının bir anda gündeme gelmesi, bazı apartmanların “yabancı uyruklulara ev kiralamayı” yasaklaması gibi ikiyüzlü öneriler karşısında çoğumuz öfkelendik.
Bültenimize Üye Olabilirsiniz
Submit
Bu açıdan İYİ Parti gibi milliyetçi tabandan beslenen partilerden gelen “bu nahoş görüntünün öznesi olamayız. Türk’ten çocuklar korkmamalıdır” şeklindeki açıklamalar[2] ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun daha önceleri iktidara geldiklerinde Suriyelileri ülkelerine geri gönderecekleri yönündeki açıklamalarından geri adım atarak “biz bu sığınmacı sorununu çözeceğiz ve tabii ki bunu aklı selim ile yapacağız” şeklindeki beyanatı, “Bizim sorunumuz bu sorunu yaratanlarla, bu sorunun kurbanlarıyla değil” demesi ve Halkların Demokratik Partisi’nin de “güvenli yaşam hakkını savunmalıyız” çağrısı oldukça isabetli. Bu noktadan sonra iktidarın da muhalefetin de ateşi körüklemek yerine hak-odaklı ve rasyonel bir çözüm planı geliştirmesi gerekiyor.
Zülfü Livaneli’nin şu muhteşem şiiriyle sizi baş başa bırakıyorum bu denli “dikenli” bir konunun ardından. Gökyüzünü kardeşçe paylaşacağımız günlere özlemle…
“Bir gün çok bunalırsan,
Denizin dibinde
Yosunlara takılmış gibi
Soluksuz
Sakın unutma gökyüzüne bakmayı
Gökyüzü senindir
Gökyüzü herkesindir.”
Gökyüzü hepimizin…
__
[1] KALE Başak, CANLAR Eray, FAL Bengüsu, KARAMAN Sıla, “Covid-19 Salgını Sürecinde Sivil Toplumun Türkiye’de Mültecilere Kapsamlı Koruma Sağlamadaki Rolü”, Eğitim, Toplum ve Bilim Dergisi (yayımlanacak makale)
[2] İYİ Parti’den Altındağ açıklaması: Bu nahoş görüntünün öznesi olmayız”, Karar Gazetesi, 13 Ağustos 2021, https://www.karar.com/guncel-haberler/iyi-partiden-altindag-aciklamasi-bu-nahos-goruntunun-oznesi-olmayiz-1628413