Analar ve Umut

Picture of MENEKŞE TOKYAY

Kimi analar, çocuklarının geri dönmesini beklerler. Gökyüzünde bulutlar birbirini kovalarken, onlar toprak altına, kör kuyuların içine, bina enkazlarının ardına bakarlar. Yitirmedikleri analık duygularıyla tutunurlar yaşama. O anaları ayakta tutan, güçlü kılandır o umut, o sabır, o mücadeleci ruh…

Anaların kanatlarıdır umut… Ve acının sığındığı ılık rahim… 

İnsan ya hayatın kasırgalarına teslim olur ya da umudunu tüm zarafetiyle kuşanıp meydan okur acıya… 

Kimi analar bekler. Haftalarca, aylarca, yıllarca… Bin haftalarca… 

Kimisi çocuğunun akşamüstü okuldan servisle eve dönmesini bekler, mutfaktan havaya yayılan tarçınlı kurabiye kokuları arasında… Bu, filmlerde geçen mutlu sahnelerdendir. Ne acı vardır burada ne de hüzün… Sonu belli olan bir umutlu bekleyiştir. Sonu, süte karışmış tarçın kokusudur. 

Kimisi ise mutlak acısını rahmine yerleştirip tüm sert rüzgârlara karşı en derinlerindeki köklerine tutunur ve sabırla, çırpınarak, umudunu kimseye kaptırmadan, hayatın şefkatli kollarını hayal ederek bekler… Bazen de o acı bekleyişin hiç bitmeyeceğini bile bile bekler. 

Döneceği Günü Beklemek 

Kimi analar, çocuklarının geri dönmesini beklerler. Gökyüzünde bulutlar birbirini kovalarken, onlar toprak altına, kör kuyuların içine, bina enkazlarının ardına bakarlar. Yitirmedikleri analık duygularıyla tutunurlar yaşama. O anaları ayakta tutan, güçlü kılandır o umut, o sabır, o mücadeleci ruh…  

Bazen o kadar beklerler ki bekleyecek biri olmayanları utandırırlar yılmazlıklarıyla… Kâh Mayıs Meydanı Anneleri’dir isimleri kâh Cumartesi Anneleri… Onlarla omuzdaş olmaya yanlarına gelenlerle birlikte beklerler. Birlikte, en dibe çökmüş umut tortularına tutunurlar. Beklerler… Toplumsal adalet için, sevdiğinin bir parçasına ulaşabilmek için, geçen yılların ve akan gözyaşlarının hesabının verilebilmesi için, acıya tuz basmak için… 

Kimi analar, çocuklarının okula aç ve susuz gitmeyecekleri, çocuklarının açlıkla, bodurlukla, dikkat eksikliğiyle, yoksunlukla sınanmayacakları günleri özlemle beklerler. Mutfakta pişen yemeğin, çocuğun beslenme çantasına konacak besleyici gıdanın mesele olmayacağı, insan onuruna yaraşır bir yaşamın yolunu gözlerler. 

Kimi analar ise, geçen yıl Şubat depremlerinden veya 1999 Marmara Depremi’nden sonra kaybolan çocuklarını bekler. Saniyeler içerisinde yerle bir olmuş kâğıt gibi binaların etrafa saçılmış enkazının arasından çıkıp sırra kadem basmış çocuklarından bir iz, bir nefes, bir tanıklık ararlar. Kimsesiz mezarlıklarını adım adım ezberlerler; sokaklarda sahipsiz çocukların her birinin gözlerinin içine bakarlar kayıplarını görme umuduyla… Açgözlü müteahhitlerin inşa ettiği çürük binalarda yok olan çocuklarının fotoğraflarını basıp adalet ararlar sokak sokak, cadde cadde, ülke ülke… 

Bu arayış, Adıyaman’da 35’i KKTC’li öğrenci, öğretmen ve veli toplam 65 kişinin yaşamını yitirdiği İsias Otel’de çocuklarını, “Şampiyon Melekleri”ni yitiren acılı anaların ve babaların yılmazlığında devam eder. 

Depremin kayıp çocuklarının “ölü” statüsüne geçirilmesine itiraz ederler. Yavrularının yolunu gözleyen analar sabahları halen sofrada çocuklarına ayırdıkları yere bir bardak süt koyarlar, çat kapı gelirse içebilsin diye. Çünkü bu bekleyiş, aynı zamanda hayatın kapanmayan sayfasıdır. Bu konuda verilen önergeler peşi sıra Meclis’te reddedilirken, mezarlıklarda veya hastanelerde bulunamayan çocuklarını aramaya devam eder analar…  

TÜİK verilerine göre, 2008 ila 2016 yılları arasında 104.531 çocuğun kaybolduğu ama son sekiz yıldır verilerin açıklanmadığı ülkemizde, analar kayıp çocuklarını ararlar yakalarında unutmabeni çiçekleriyle… Uluslararası Kayıp Çocuklar Günü’nde “Kaybolan ve savunmasız kalan çocukların sesi olmak, biz yetişkinlerin, her bireyin sorumluluğu” diyen Meclis Başkanvekili Gülizar Biçer Karaca ve onun kampanyasına destek veren siyasetçiler vicdanlarında hisseder bu kaybın sızısını… Unutmabeni çiçeği, siyaset kulislerinde vicdanlı analar ve babalar tarafından suya kavuşturulur.  

Tren Faciası Sonrası 

Kimi analar, yedisi çocuk 25 kişinin hayatını kaybettiği, 328 kişinin yaralandığı Çorlu tren kazası davasında karar çıkması ve acıların bir nebze de olsa soğuması için yıllarca mücadele verirler. 

“Benim çocuğum geri gelmeyecek. Ama bundan başka diğer çocukların, gerçekten bu ülkede yaşaması gerekiyor. Bu çocukların korunmaya ihtiyacı var” diyen Mısra Öz’ün güçlü soluğunda her defasında can bulur Oğuz Arda, çok uzak diyarlardan. 

Analar, altı yıl sonra gelen adaletten sonra birbirlerine sarılıp gözyaşı dökerler. Bir daha kimse anne ve çocukları birbirinden ayırmasın diye mücadele verirler. 

Her gün ortalama 37 çocuğun annesini kaybettiği Gazze’de anneler, çocuklarına güçlükle buldukları yiyecekleri ulaştırırken, onların hayatta kalması için yaşama tutunurlar. Kimi analar için umut, savaşta hayatta kalıp çocuğunu büyütebilmektir. O anneler için Anneler Günü’nde bir demet çiçek değildir mutluluk. Savaşın son bulması, yine ocakta yemeğini pişirebileceği görece dingin günlerin geri gelmesi veya bir mülteci kampında üzerine füze ve bombaların yağdırılmadığı bir dünya umududur. 

Kimi analar, çocuğuna istismarda bulunup onun çocukluğunu elinden alan, iyi hal indiriminden yararlanıp salıverilmiş kişilerin karşısında pusuda beklerler. Ya çocuğunu alıp uzak diyarlara giderler ya da -gidecek güç ve olanağı yoksa- kedi misali çocuğunun üzerine görünmez kanatlarla siper olup onu korurlar. Ve isyan ederler bir çocuğun bedensel söz hakkını hiçe sayan vurdumduymazlığa… 

Kimi analar, çocuklarının nitelikli, bilimsel ve laik bir kamusal eğitime kavuşabilmesini umut ederler. Kanada’da spesifik bir alanda okumak isteyen üstün zekâlı bir çocuğun hayallerine tutunması için devlet kaynaklarının seferber edileceği bir düzeni umarlar. Hayallerini kurdukları eşitlikçi, adil, sosyal sorumluluğu yüksek bir ülke umuduyla çocuklarını büyütürler. 

Umudu Kim Diriltecek? 

Umut, tespihböceği gibi büzülür bir köşede. Onu diriltecek anayı bekler hep. 

Umut, sırtındaki kayayı dağın tepesine dek çıkarıp geri düşüşünü gören Sisifos’un lanetine rağmen toplumsal dayanışmayla diri tutulur. Rüzgâr karşısında direnen bir günebakan misali… 

Anaların yaşamı, beklediklerinin yanı sıra gelmeyenlerin toplamı olur. Jacques Prévert’in “Çocuklar her şeye sahipler, ellerinden alınanlar dışında” sözünden ilhamla, “Analar, ellerinden alınanlar dışında her şeye sahiplerdir”. 

Serdar Korucu’nun Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan Cumartesi Anneleri: Galatasaray Meydanı’nda 1000 Hafta kitabında konu edilen analar, kardeşler, babalar ve çocuklarla büyür o bekleyiş. Evlerini badanalamazlar, kapıyı kilitlemezler ki dönecek olan evi tanısın, kapıdan girebilsin diye… Pencere içerisinde sakız sardunya hep canlıdır; çünkü sardunya eve dönüşün umududur kimi ananın gözünde… 

cumartesi anneleri

Cumartesi Anneleri, 1995 Mayıs’ından beri kayıplarının peşine düşüp güçlerini ve kalplerini birleştiriyorlar. Kimisi “Ben bir Hasan kaybettim, bin Hasan kazandım” diyor; bir diğeri “Hepimiz birbirimize umuduz” diye umudu büyütüyor avuç içinde. 

Korucu’nun ifadesiyle, “Türkiye bugün daha az karanlık bir ülkeyse, bunu Cumartesi Anneleri’ne borçluyuz” ve onların yılmaz bekleyişine… Kitap için tanıklıkları alınmış annelerin, ablaların, kardeşlerin, babaların kararlı, umutlu ama bir o kadar da hüzün katranlı gözleri kenetleniyor okurun gözlerine… Hepsi umudu yeniden, yeniden ve yeniden doğuruyor bekleyişlerinde ve omuz omuza mücadelelerinde. 

İçlerinden birisi, “Annem Silvan’da kaçırılan oğlunun hayalini Almanya’daki sokaklarda bile arıyor” diyor gerçeği tüm hüznüyle tanımlarken… Veya bir diğeri, “Düşünsene 29 yıl olmuş şimdi. Ben halen haber bekliyorum” diyor boynu bükük halde… 

Bir başkası, aşure ayında kayıp oğlunun aşuresini annesinin günlerce dolapta beklettiğini, aradan geçen yıllarda artık onun gelmeyeceğini zor da olsa kabullendiklerini söylüyor.  

Artık kendisi de yetim bir ana olan bir diğer acılı çocuk, “Babam, benim kızım dünyaya bedel derdi, onun için tek başıma mücadele ettim” diyor; “Bizim derdimiz bitmez, hepsi acılı bir kitap olur” diye ekliyor. 

Dirisini aramaktan yorulup kemiklerini arar kimi analar… 

Hayatın yarısı umut etmekse, diğer yarısı da beklemektir. Kar kürelerini tersine çevirip her yerin bembeyaz olmasını ummaktır. Beyaz, acıları bir an olsun örter umuduyla. Kimisi tozpembe bir gelişi bekler, kimisi katran karası bir yok oluşun kanıtını ve özrünü… 

Hayatın yarısı anaların umuduysa, diğer yarısı da toplumun, ülkelerin, dünyanın bu umudu sahiplenmesidir. Toplumda adalet inancı pekiştikçe, bunun siyasi karar alma mekanizmalarına ve siyasetin vicdanına yansımasıdır. 

Umut, büyüdükçe kalıcılaşır. 

Ne güzel demişti Nâzım: “Umut, umut, umut… Umut insanda…”

Umut, ıstırap içindeki anaların ılık rahimlerine sakladıkları yılmazlıklarında… Umut, toplumun sahiplendiği her serzenişte, her yakarışta, her adalet arayışında… Umut, hepimizde. Umut, çarpabilen kalpte, hissedebilen duygularda, ağlayabilen gözlerde, mücadelesine tutunabilen ellerde…

Yorum bırakın