Avrupa Parlamentosu’nda Düello Zamanı: Seviyorsan, Git Konuş Bence!

Avrupa Parlamentosu seçimlerine giden süreçte tüm dünyanın ana gündem maddesi, “aşırı sağın yükselişi” ve bunun sandığa ne oranda yansıyacağıydı. Beklenen oldu. Peki Parlamento’nun yeni yapısı, karar alma süreçlerini nasıl etkileyecek? Önümüzdeki dönemde Avrupa Birliği-Türkiye ilişkileri nasıl şekillenecek?

avrupa parlamentosu seçimleri

Hayat, seçimlerinizin toplamıdır. Her şeyin iyileşmesi için de, her şeyin bir anda mahvolması için de bir seçim yeterlidir. Hayatta da siyasette de hep “çoktan seçmeliler” arasında gidip gelen bir sarkaçtır tercihlerimiz. Bir noktada da seçtiğimizi yaşarız. Bazen de o seçimlerimiz, kendi dar topluluğumuzu ilgilendirdiği kadar dünyanın geri kalanının da ilgisini üzerimize çeker. 

Avrupa Birliği’nin (AB) 720 sandalyeye sahip ana yasama organı olan Avrupa Parlamentosu’nun (AP) yeni üyeleri, 6-9 Haziran tarihlerinde 27 AB üye ülkesinde gerçekleşen seçimlerin sonucunda, önümüzdeki beş yıl için yeniden belirlendi. 

Seçimlere giden süreçte tüm dünyanın ana gündem maddesi, “aşırı sağın yükselişi” ve bunun sandığa ne oranda yansıyacağıydı. Beklenen de oldu; merkez, liberal ve sosyalist partiler AP’de çoğunluklarını korumuş olsalar da aşırı sağ partiler AB’deki geleneksel güç dengelerini alt üst etti ve seçimlerde ciddi kazanımlar elde ederek lokomotif ülkelerde ani gelişen iç siyasi çalkantıları tetikledi.  

Oylar, ağırlıklı olarak AP’deki farklı siyasi gruplar arasında paylaştırıldı: Merkez sağ eğilimli Avrupa Halk Partisi (EPP), merkez sol eğilimli Sosyalistler ve Demokratlar İlerici İttifakı (S&D), liberal eğilimli Avrupa’yı Yenile ve Yeşiller/Avrupa Özgür İttifakı, aşırı sağdaki Avrupalı Muhafazakârlar ve Reformistler (ECR) ile Kimlik ve Demokrasi Grubu (ID) ve Sol Grup (GUE/NGL). 

EPP, oyların yüzde 25’ini alarak Parlamento’daki 185 koltuğu kazanırken, S&D oyların yüzde 19’unu ve Parlamento’daki 137 koltuğu aldı. Onları, Avrupa’yı Yenile yüzde 11 oy oranı ve 79 koltukla izlerken, peşi sıra yüzde 10 oy oranı ve 73 koltukla ECR; yüzde 8 oy oranı ve koltukların 58’iyle ID; yüzde 7 oy oranı ve 52 koltukla Yeşiller/EFA; yüzde 5 oy oranı ve 36 koltukla Sol Grup geldi. Dolayısıyla önceki seçimlerin aksine, AP’de aşırı sağ partilere ev sahipliği yapan iki siyasi grup, yani ECR ve ID, oyların önemli kısmını elde etti. 

Şaşırtıcı Bir Gelişme Değildi

Aşırı sağın bu seçimlerde ciddi kazanımlar elde etmesi aslında ne yeni ne de şaşırtıcı bir durum. Mesele şu ki, aslında Avrupa’da aşırı sağ, anaakım siyasetin içine dahil olarak uzun zamandır dip dalga şeklinde ilerliyor, merkezi etkileme potansiyelini artırıyordu. AP seçimleri ise bu süreci daha kurumsal ve apaçık şekilde karşımıza çıkarmış oldu. 

Aşırı sağ muhalefet lideri Marine Le Pen’in Fransa’da 2027 yılında gerçekleşmesi beklenen cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rakibi Emmanuel Macron’un önüne ciddi bir meydan okumayla çıkması beklenirken, Doğu Avrupa ülkeleri zaten uzun bir süredir sağ eğilimli partiler tarafından yönetiliyor ve AB’nin altı kurucu üye ülkesinin dördünde sağ popülist partiler kamuoyu yoklamalarında ön sıralarda. Macaristan’da Başbakan Viktor Orban’ın Fidesz partisi oyların önemli bir kısmını almış durumda. 

Avrupa’da genç seçmenlerin göç ve statüko karşıtı partileri giderek daha fazla desteklediği bir ortam söz konusu. 

Tüm bunları doğru bir şekilde analiz etmek ve sağ iktidarların Avrupa’da giderek kurumsallaşmaya yöneldiklerini ve aşırı sağın da -örneğin Fransa’da alt sınıftan İtalyan ve Cezayirli göçmen bir ailenin oğlu olan Jordan Bardella’nın yıldızları andıran şekilde yükselişinde olduğu gibi- “normalleştiğini” görmek, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceğini de doğru bir şekilde okumayı sağlar. Zira Macron’un partisi yüzde 15 oy alırken, Bardella başkanlığındaki Ulusal Birlik Partisi oylarını yüzde 31’e yükselterek Fransa’da birinci parti oldu. 

Benzer şekilde Hıristiyan Demokratlar’ın oylarını artırarak yüzde 30’la birinci sırada olduğu Almanya’da, Şansölye Olaf Scholz’un Sosyal Demokratlar’ının üçüncü sıraya gerilediği ortamda, aşırı sağ ve neo-Nazi kimliğiyle öne çıkan AfD’nin yüzde 16 oy ile ikinciliğe yükselmesi ise kritik bir başka eşik. 

AP’de yeni yasama dönemi, resmî olarak 16 Temmuz’da başlayacak. Son dönemde özellikle Avusturya, Belçika, Polonya, Hollanda, İtalya, Fransa gibi ülkelerde yükselen aşırı sağ, ağırlıklı olarak ulusal sınırların korunması ve göç karşıtlığı özelinde birleşiyordu. Önümüzdeki beş yıl içerisinde ise, mevcut bileşimle Avrupa Parlamentosu’nun karar alma süreçlerinin eskisinden daha zor ve çatışmacı geçmesi bekleniyor. 

Avrupa Kurumlarının Kilidi Meloni’nin Elinde mi? 

Peki bundan sonra aralarında ciddi bir güç çekişmesi olan Avrupa kurumlarının yeniden kurulumu nasıl bir seyir izleyecek? 

Avrupa Komisyonu, AB Konseyi ve AP ile AB Yüksek Temsilcisi koltukları, AP seçimlerinde en fazla oy alan üç parti arasında dengeli bir şekilde bölüştürülecek. 

AP seçimlerinin ardından altı aylık süre içerisinde AB’nin yürütme organı olan Komisyon ve devlet ve hükümet başkanlarından oluşan karar alma organı olan AB Konseyi’nin yapısı belirlenecek. 

Hâlihazırda AB Komisyonu Başkanı olan, merkez sağdaki EPP’ye mensup Ursula von der Leyen’in koltuğunu koruması için AP’nin en az 361 üyesinin oyunu alması gerekiyor. Kulislerde, von der Leyen’in, yeniden seçilebilmek için birçok siyasi konuda benzer görüşlere sahip olduğu İtalya Başbakanı Giorgia Meloni başta olmak üzere sağ partilerin desteğini almak isteyeceği konuşuluyor ki bu da AB Komisyonu’nun daha çok sağa kaymasının önünü açacak. 

İtalya’da neo-faşist kökenlerden gelen Başbakan Giorgia Meloni’nin partisinin, AP için ulusal oyların yüzde 28’ini aldığı düşünüldüğünde, gelecekteki ittifak arayışlarında kendisi kilit bir oyuncu olacağa benziyor. 

Öte yandan, seçimlerin ardından Komisyon’un da iç yönetimi değişeceği için farklı politika alanlarından sorumlu komiserler seçilecek. Genişleme ve Komşuluk İlişkileri’yle ilgili olan mevcut Macar komiserin bu pozisyonu koruyup koruyamayacağı da belirsiz. Komiserler, üye ülkeler tarafından Komisyon başkanına danışıldıktan sonra aday gösterilecek. 

AB Konseyi’nin ilk zirvesinde üye ülke liderleri, Avrupa Komisyonu başkanlığı için adaylarını vitrine çıkaracak. Bu adaylar arasından yeni başkan seçilecek. Hepsinin son onay mercii ise AP olacak. Avrupa Komisyonu’nun müstakbel başkanının ismi, AP’ye 11 Temmuz’a kadar gönderilecek ve bu ismin 16-18 Temmuz’daki ilk oturum sırasında onaylanması bekleniyor. 

Ayrıca Temmuz ayından itibaren altı ay boyunca AB Bakanlar Konseyi başkanlığını Macaristan yönetecek. Dolayısıyla seçimler sonrasında nur topu gibi bir “Viktor Orban krizi” de ortaya çıkabilir, zira Macaristan AB’nin dış politika yapım sürecinde son iki yıldır en fazla veto uygulayan ülkesi olarak biliniyor. 

Süreçte ilk önemli durak, 13-15 Haziran tarihlerinde İtalya’da düzenlenecek G7 Liderler Zirvesi olacağa benziyor. Bu zirvede, AB’nin üç büyüğünün -Fransa, Almanya, İtalya- AP seçimlerine ve Avrupa kurumlarının yönetimine dair tavrı net bir şekilde görülecek. Ayrıca AB liderleri 17 Haziran günü Brüksel’de akşam yemeğinde bir araya gelecekler. 27-28 Haziran’da da AB’nin resmî zirvesi gerçekleşecek. Bu zirvede liderlerin, AB’nin önümüzdeki beş yıl için öngörülen faaliyetlerine temel oluşturacak ve AB kurumlarına yön verecek olan 2024-2029 Stratejik Gündemi’ni kabul etmesi bekleniyor.

AB-Türkiye İlişkilerinin Seyri: Genişleme Dosyası Rafta mı? 

Peki ya AB-Türkiye ilişkileri nasıl bir seyir izleyecek? 

Şurası kesin ki önümüzdeki beş yıl içerisinde AP’de karar alma süreçleri yavaşlarken, birçok kritik konuda yasal düzenlemeler zorlaşacak.

Önümüzdeki dönemde AP’deki ittifakların hangi gündem maddelerini önceleyecekleri bilinmez; ancak “genişleme” dosyası, AP’nin yeni yasama döneminde en önemli tartışma konularının başında geleceğe benziyor. Radikal sağ partiler genişleme konusunda kuşkucu tavırlarını korurken, Polonya’da PiS, Ukrayna’nın AB üyeliğini “ulusal güvenlik” meselesi olarak görüyor; Macaristan’da Fidesz ise kendisiyle aynı çizgideki Batı Balkan ülkelerinin AB üyeliğinin Budapeşte’nin AB içindeki gücünü artıracağından dolayı bu genişleme süreçlerini destekliyor. Romanya’da AUR ise, Moldova’yı Romanya topraklarının parçası olarak görüyor. Avrupa Komisyonu da geçen hafta, Ukrayna ve Moldova’nın AB katılım görüşmelerinin resmî açılışı için yeterince hazır olduğunu net bir şekilde açıklamıştı. 

AB, Nisan ayındaki zirve toplantısında, Türkiye konusunu “stratejik tartışma” kapsamında değerlendirmiş, Ankara ile ilişkilerin “karşılıklı yarar temelinde” geliştirilmesi için gerekli çalışmaların başlatılması kararını almıştı. 

AB-Türkiye ilişkileri söz konusu olduğunda, öncelikle Türkiye üzerinden düzensiz göçün yönetilmesi, Parlamento’nun radarında olacak; zira bu konu, seçime giden süreçte neredeyse tüm siyasi grupların üzerinde ağız birliği etmişçesine uzlaştığı başlıklardan biriydi. AP’de sağın ciddi oranda koltuk sahibi olması, daha kısıtlayıcı göç politikalarına ve göç dalgalarında azalma sağlamak için kalkınma yardımının bir koz olarak kullanılmasına yol açabilir. 

Ayrıca, seçimlerden hemen önce Avrupa Komisyonu’nun -adeta yangından mal kaçırırcasına- onayladığı Sığınma ve Göç anlaşması da düzensiz göçün önlenmesi açısından daha sıkı önlemler içeriyor ve sığınmacıların Türkiye gibi “geçiş ülkelerine” geri gönderilmesinin önünü açıyordu. Meloni’nin Ocak ayında Türkiye’ye yaptığı ilk resmî ziyaretinde de, özellikle Libya’dan gelen düzensiz göç dalgası konusunda işbirliğini güçlendirme çabaları ön plandaydı. 

Dolayısıyla Gümrük Birliği modernizasyonu ve Türk vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması gibi konularda, mevcut AP bileşimiyle hızlı bir şekilde ilerleme kaydedilmesi mümkün gözükmüyor. 

İkinci olarak, Rusya-Ukrayna çatışmasında, Doğu Akdeniz’deki krizlerde Türkiye’nin dış politika yönelimlerinin ve denge gütme politikasının AB’nin çıkarlarıyla ne oranda örtüşeceği de Parlamento’nun dikkate alacağı parametrelerden biri olacak; zira seçim sürecinde yarışan partilerin bu konuda farklı çizgileri vardı. 

Fransa’da Haziran ayı sonu ve Temmuz ayı başındaki parlamento seçimlerinde göç karşıtı milliyetçi duruşuyla Marine Le Pen’in ezici bir oy potansiyeli elde etmesi de Türkiye-Fransa ilişkilerinde daha sert bir dönemecin başladığını gösterebilir. Temmuz ortası itibarıyla seçimlerde zayıflamış bir Macron’un zorlu bir tercihte bulunarak aşırı sağ bir hükümetle birlikte çalışmak zorunda kalma olasılığı ise, Ankara açısından çetrefil bir ikili ilişki anlamına geliyor. 

Son olarak Türkiye’de hukukun üstünlüğü ve demokratikleşme adımlarındaki gecikme de, Türkiye-AB ilişkileri incelenirken Parlamento’nun dikkate alacağı kriterler arasında yer alacağa benziyor. 

Tüm Dillerde “Evet” Pankartı 

İngilizcede en sevdiğim deyimlerin başında “Wear your heart on your sleeve” gelir. Ta Orta Çağ’da Shakespeare tarafından Othello’da kullanılmış bu deyim… O zamanlar şövalyeler sevdikleri kadına ait bir parçayı kollarına takarmış ve o hatıra onları koruyan zırhın bir parçasını oluştururmuş. Bu deyim, kelimesi kelimesine çevrildiğinde, “Kalbini gömlek kolunun üstüne tak” anlamına geliyor. Yani duygularını açıkça söyle. Yani sevdiğin şey için mücadele edeceksen bunu net bir şekilde ifade et. Nâzım’ın Piraye’ye “Senin adını kol saatimin kayışına tırnağımla kazıdım” diye yazdığı dize misali… Veya halk arasında kullanıldığı gibi “Seviyorsan git konuş bence” de denebilir… 

Bir önceki parlamento, Avrupa Yeşil Mutabakatı gibi tarihi önemde bir çerçeveyi hazırlamış ve AB’nin 2050 yılına kadar net sera gazı emisyonlarını sıfırlanmasını hedef olarak belirlemişti. Zamanında AP, 15 Aralık 2004 tarihli toplantısında Türkiye ile üyelik müzakerelerinin başlatılması için tüm Avrupa dillerinde ve Türkçe olarak “evet” yazılı pankartlarla unutulmaz bir iz bırakmıştı tarihe… 

Sanırım bizim de AP seçimlerinin ardından zırhımıza taktığımız parçayı gerçekten isteyip istemediğimize karar vermemiz ve eğer istiyorsak bunun için mücadele etmemiz, kalbimizi kolumuza takıyorsak bunun gereklerini yerine getirmemiz, Türkiye’nin AB açısından anlamının düzensiz göç üzerinden değil küresel rekabet ve diğer çekim unsurları üzerinden yeniden tanımlanmasını sağlamamız, hukuk devleti, demokrasi, öngörülebilir yatırım ortamı ve ekonomi yönetimini temel standartlara getirmemiz, artık AB üyeliği karşısında BRICS gibi formülasyonların konformist sığınağına kendimizi kaptırmamamız gerekiyor. 

Söz konusu olan gerçek aşksa, yeni Parlamento’da Türkiye için de düello zamanı…

Yorum bırakın