
Son dönemde isminden oldukça söz ettiren ve kendisini “mevcut sanat ortamında sanatçıların karşılaştığı sorunlara kolektif bir bilinçle hareket ederek, orkestra akademisi niteliğinde çalışmalarını sürdüren ve konserler veren çözüm odaklı bağımsız bir topluluk” olarak tanımlayan Agora Senfoni Orkestrası Sanat Yönetmeni ve Daimi Şefi Murat Ömür Tuncer bugün konuğumuz.
Nazım Hikmet’in “Nereden Gelip Nereye Gidiyoruz” adlı şiiri üzerine bestelediği eserden, Junior Chamber International (Genç Liderler ve Girişimciler Derneği) tarafından dünyanın önde gelen on başarılı gencinden biri olarak seçilmesine, pandemi ortamında müthiş bir sosyal sorumluluk projesi olan AGOFON kültür-sanat modelinin uygulanmasına dek mensubu olduğu jenerasyonun çok ötesine geçen, kendi tabiriyle “inatçılığının” bir ürünü olan başarılarıyla bizleri uzun zamandır gururlandıran, genç şef ve bestecilerden Tuncer ile çok keyifli bir söyleşiyi hemen sizlerle paylaşmak istiyorum. “İyi ki tanımışım” dedirten gençlerden biri daha karşınızda…
Murat Ömür bey merhaba. Senfoni orkestraları arasında isminden son dönemde çok söz ettiren Agora Senfoni Orkestrası sanat yönetmeni ve daimi şefisiniz. Öncelikle bu proje ve AGOFON nasıl ortaya çıktı ve hangi aşamalardan geçtiniz, bunu öğrenmek isterim. Özellikle de pandemi döneminde bu tür müzik girişimlerinin önemi bir kez daha ortaya çıktı.
Merhaba…
Eğer ben bir orkestra şefiysem, orkestrama karşı sorumluluklarım yalnızca ortaya koyduğum sesten ibaret olmamalı. Pandeminin ağır koşullarında kendi jenerasyonumdan orkestracıların sorumluluğunu taşımam gerekiyordu. Pandemiyi elbette atlatacağız. Ancak pandemiyle birlikte dünyanın gelecek planlarının da öne alındığını düşünüyorum. Toplumdaki kültürel ve ekonomik tahribat, eğer doğru önlemler alınmazsa tahmin edilemez düzeyde olacak. AGOFON aslında şeffaf, sanatsal kimliği yüksek, hukuki olarak tüm gereklilikleri tamamlanmış bir alternatif kültür sanat modelidir.
Bugün AGOFON’un ikinci etabındayız ve proje kapsamında emeğini hakka dönüştürerek çalışan, üreten yüzden fazla genç müzisyen var. Toplamda dört etaptan oluşan projenin nihai sonuca varması için önümüzde beş ila yedi yıllık bir süreç var. Bunun için ekibimizle çalışmalara devam ediyoruz.
Konu oldukça hassas ve uzun olduğu için okurlarızı www.agofon.com üzerinden projeyi önce incelemeye ve ardından da destek olmaya davet ediyorum.
Peki sürdürülebilir bir sanat, sürdürülebilir bir müzik iklimi için bir toplumda neler olmalı?
Bahsettiğiniz iklimi toplumun kendi öz dinamikleriyle uyumlandırmanız gerekiyor. Atatürk de böyle yaptı. Ben de ne yapıyorsam onun çağdaşlaşma üzerine yaptığı okumaları takip ederek yapıyorum. Ancak Cumhuriyet devriminin henüz tamamlanmadığını savunanlardanım.
Bizimki gibi temelinde ulus devlet fikri olan ancak siyasal anlamda neoliberalleşmiş ülkelerde sosyal yapı tümüyle bozulur. Çünkü kurumsal değil bireysel bir ekonomik, sosyal ve kültürel model oluşturulmuştur. Tıpkı her konuda olduğu gibi, ülkede sürdürülebilir müzik iklimi için eğitimin ve müfredatın ekonominin ihtiyaçlarına göre yontulmaması gerekir. Eğitimin ticari bir meta olduğu toplumlarda sürdürülebilir sanat ortamından bahsedemeyiz. Bugün ülkemizde sanat ya entelektüel kimliğinden uzaklaştırılarak özelleştirilmiş ya da ideolojik yaklaşımları fark etmeksizin bir propaganda nesnesi haline gelmiş durumda. Bunların özgürce konuşulması ve tartışılması gerekiyor.
Benim için atılacak ilk adım mutlaka sanatla toplumu göz hizasına getirmek üzerine planlamalar yapmaktan geçiyor.
Orkestranızda cinsiyet eşitliği ne durumda peki? Müzisyenler arasında kadın-erkek sayısı açısından bir dengeyi gözetiyor musunuz?
Bu soruya siz sorana kadar bir cevabım yoktu. Ancak kontrol ettiğim zaman kadın müzisyenlerin sayısının daha fazla olduğunu gördüm.
Açıkcası orkestraların kadrolarını oluştururken -bir kaç istisna dışında- cinsiyet dağılımını göz önünde bulundurduklarını sanmıyorum. Bu soruya başka türlü cevap vermek istiyorum: AGO’da 32 yaşını aşmamak kaydıyla her enstrüman grubunda belli sayılarda tecrübeleri profesyoneller, tam zamanlı yüksek sanat eğitimine devam eden öğrenciler, güzel sanatlar ya da eğitim fakültesi öğrencileri ve çocuklar var. Hatta gerçekleştirdiğimiz konserlerin eser yüküne göre zaman zaman profesyonel olarak müzisyen olmayan ancak kendini ciddi seviyede geliştirmiş insanlarda var. Bunlar arasında biyolog, doktor, hukukçu ve mühendisleri sayabiliriz.
Her zaman müzikte iyiyi aramak ve o kültürü doğru analiz ederek yorumlamak çok önemli. Ancak ben yolu AGO’dan geçen müzisyenlere bunlar dışında başka bir bilinç daha aktarmak istiyorum. İleride GSF mezunu müzik öğretmeniyle konservatuvarlı bir orkestracının birbirlerinin dünyalarını tanış olmalarını istiyorum. Çünkü aynı ağacın farklı dallarıyız. Gelecekte birlikte hareket edebilme erdemini göstermeyi öğrenmeliyiz.
Profesyonel müzisyen olmayan arkadaşlarımında geleceklerinde müziği profesyonel bir ortamda tatmış olmaları farkındalığıyla sanata başka türlü destekleri olacaklarına eminim.
Genelde müziğe yetenekli çocuklar “ben ileride orkestra şefi olacağım” demez. Sizin müziğe olan ilginiz nasıl ortaya çıktı ve ilk olarak hangi müzik enstrümanlarına yöneldiniz?
Esasen büyüyünce müzisyen olacağımı bile söylememiştim, mucit olmak istiyordum. Ancak müzikle olan diyaloğumu da hep sevdim. Çünkü her şey bana kendi doğal akışında gelişiyor gibi hissettirdi. Heyecanlı bir başlangıç hikayem yok. Müzik 7 yaşındaki bir çocuğun sosyal aktivitesi olarak başladı. İlkokul ve liseyi konservatuvarda kontrbasçı olarak tamamladım.
Peki orkestra şefliği fikri hangi yaşlarda doğdu ve nasıl gelişti? Bu yönde nasıl bir eğitim aldınız?
Her zaman elimde olanlar ve yapabildiklerimle kendime bir oyun sahası yaratma markındayım. Bunun sebebi samimiyetle söyleyebilirim ki çok sıkılıyor olmamdır. Dolayısıyla aynı samimiyetle söyleyebilirim ki eğitim sistemi benim için koca bir hayal kırıklığı oldu. Şu an da kendimi çocukluğuna büyüyen bir genç olarak tanımlamayı seviyorum. Çünkü bu yaratıcılığımı koruyor.
Orkestra şefliğinin gelişmesindeki etken benim müzik yazma tutkumdu. Henüz kompozisyon eğitimine başlamadığım yıllarda solo ya da küçük kadrolu topluluklar için yazdığım eserler yakın arkadaşlarım tarafından seslendiriliyordu. Yaptığım şeyse müziklerimi seslendirebileceğim ortamları yaratmak oldu. Küçük öğrenci konserlerinin repertuvarına girmekle başlayan bu serüvende, 20 yaşınayken çoktan 3 festival düzenlemiştim. Haliyle bir müzisyen olarak, provalar dışında sahneye giden tüm yolculuğu teker teker öğrenmeye başladım. Bu da karşılaştığım problemlere çözüm önerisi sunabilme kabiliyetimi geliştirdi.
Bu süreçte kolektif aklı keşfettim ve bu akılla ortaya koymaya çalıştığım müziğim beni işe yarar hissettirdi. Vardığım noktadaysa keşiflerimin müzikteki karşılığının ancak özgür ve bağımsız bir orkestra kurmaktan geçeceğine inandım. Bu da beni Agora’ya ulaştırdı. AGO’dan önce ve sonra başarısızlıkla sonuçlanan başka orkestra girişimlerim de oldu.
Uri Mayer ve Orhan Şallıel’le orkestra şefliği çalışmalarım oldu. Ancak ben akademik olmayan bir orkestra şefiyim.
Şu ana kadar konser verdiğiniz ve akustiğiyle, mimarisiyle, dinleyici kitlesiyle en çarpıcı mekan hangisi oldu?
2012 yılında Royal Conservatory Of Music, Mazzoleni Konser Salonu’nda küçük bir toplulukla kendi eserimin prömiyerini yönetmiştim. Tarihi bir yapı dokusunu kaybetmeden olağanüstü güzellikte restore edilmişti. Akustik şartları da gayet tatmin ediciydi.
Kendinize referans aldığınız orkestra şefleri var mı?
Elbette! Ozawa’nın derinliği, Mravinski’nin sakinliği, Kleiber’in olağanüstü tekniği, Bernstein’in coşkusu… Bir şeyin nasıl iyi olduğunu bilmekle, onu içselleştirip uygulayabilmek başka şeyler tabii.
Peki provalarını çok izlediğiniz bir orkestra şefinin tarzının etkisinde kalmak gibi bir tehlike var mı? Çünkü sanırım bazen bu durum kişinin orijinal tarzını ortaya koymasının önüne geçebiliyor.
Bu sorunun cevabını bilmiyorum.
Elbette insan ne yaparsa yapsın kendince bir kimlik ortaya koyabilmeli. Yani yaşama kendince katılmalı. Özgün olabilmek sadece orkestra şefliğinde değil, her alanda ender kazanılabilecek bir yeti.
Bir şefin vücut dili ve müzisyenlerle göz teması sizce önemli mi?
Olmazsa olmaz değil. Mesela ikonik şef Karajan yönetirken neredeyse hiç göz teması kurmazdı. Vücut dilinin özgün olduğu bu meslekte sanıyorum şekilden önce gelen çok daha mühim şeyler var. Günümüz müziğini yöneten şeflere baktığımızda, alışılagelmiş vücut dilinin dışında bir tavırla karşılaşıyoruz. Çünkü değişkenler ve detaylar öylesine arttı ki, şefler artistik hareketleri düşünmüyorlar bile. Ama şu da bir gerçek, şef her zaman orkestradan vurduğu enerjinin karşılığını alır.
Peki bir şef olarak hangi enstrümanlarda yetkinleşmek gerekir sizce? Hiçbir enstrüman çalmayan bir şef, çalabilen bir şefle kıyaslandığında eksik kalır mı?
Bir şefin tüm orkestra enstrümanlarını bir orkestracı kadar iyi çalmasa da, bir orkestracı kadar iyi tanıması, bilmesi gerekir. Çalgıların kapasitelerini bilmemek, olgunlaşmamış bir tavır olur ki orkestracılar bunu hemen anlarlar. Ayrıca evet, müzisyen kişi istisnasız enstrüman çalabilmelidir. Mümkünse birden fazla. Özellikle belli seviyelerde piyano çalabiliyor olmak, şef için bir gerekliliktir.

Orkestrada şu zamana kadar ne tür krizleri yönetmek durumunda kaldınız? Aklınıza gelen anekdotlar neler?
O kadar çok var ki! Ancak ben biraz enteresan olanlardan bahsetmek istiyorum.
Orkestrada çalan kız arkadaşını kıskanarak kıskançlık krizlerine giren ve provayı basacağını söyleyen biriyle orkestranın hiç haberi olmaksızın uğraşmak zorunda kalmıştık. Düşünsenize provada çocuk sanatçılar da var ve orkestracılarınızı korumak zorundasınıız. Bir sorun olmadı. Dahası orkestranın ruhu duymadı ve bu çok önemliydi.
Bir keresinde de konsere bir saat kala ülkemizin kurucu partisinin bugünkü liderinin konsere geleceğini öğrendik. Haliyle tek başına gelmiyor. İl ve ilçe başkanları, belediye başkanları, onların yardımcıları derken kalabalık bir heyet gelecekti ve bizim tüm biletlerimiz satılmıştı. Üstelik konserin önceden belirlenmiş bir protokol sırası da vardı. 60 kişiye yeni yer bulmak, sandalyeler taşımak, biletli dinleyiciyle teker teker konuşup ikna etmek; bir yandan da güvenlik önlemleri derken olağanüstü bir kaos ortamı oluşmuştu. 60 kişi diyorum ancak yüzlerce biletli dinleyici var. İyi ki konserin o geceki şefi ben değildim. O hengamede herkese yer bulduk. Hatta bir yanımda sayın Genel Başkan bir yanımda da sayın İl Başkanı oturacak şekilde bir düzenleme yaptım. Sonuçta krizi fırsata çevirmeyi bilmek gerekiyor.
Çoksesli toplumlarla orkestralar arasında hep bir bağlantı kurulur. Peki sizce toplumdaki çok-seslilik, demokrasi, orkestralarla benzerlik gösterir mi?
Bu konu üzerine daha önce de düşünmüştüm. Ancak korkarım orkestralardaki demokrasiyle, aranan toplumsal demokrasi arasında çok fark var. Orkestralar düşünüldüğü gibi demokratik yapılara sahip değildir. Bunun için herhangi bir orkestranın iç yönetmeliğini okumak bile yeterlidir.

Kariyerinizde şu ana kadar geldiğiniz “zirve noktası” hangisi oldu?
Bir zirve yaşadığımı sanmıyorum. Umarım bu algıya kapılacak bir havadis de asla yaşamam. Çünkü beni inatçı ve bazen de patavatsız yapımdan caydıracak diye korkarım.
Peki “keşke hiç almasaydım” dediğiniz kararlarınız oldu mu müzik yaşantınızda?
Herkes kadar var. Zaman zaman o keşkeleri hatırladığımda öfkeyle suçluluk duygusu arasında gidip gelirim. Sanki hataları ya da acıları hiç olmayan mükemmel bir insan varmış da, bizlere kusurlarımız ayıp geliyormuşcasına bir ruh haline bürünürüm. Ancak öyle bir insan yok. Yaşamlarımızı da Instagram filtrelerinden geçirmeye çok alıştık. Kusurlarımızdan utanıyoruz. Sanat yapan insanların belli ritüellere sığmaması çok doğal.
Sizce orkestranın “en haylaz” ve “en neşeli” enstrümanları hangileri?
Çok keyifli bir soru! Bir enstrüman birden çok karaktere rahatlıkla girebilir. Aynı enstrüman bir parçada burnunuzun direğini sızlatabilirken, başka bir parçada sizi gülümsetebilir. Bu tamamen bestecinin maharetiyle alakalı bir durum. Bu yüzden sorunuza bir kaç eser tavsiyesiyle cevap vermek istiyorum. Mozart’ın 17 numaralı keman piyano sonatı, Haçaturyan’ın Kılıç Dansı (Sabre Dance) ve Strauss’un Till Eulenspiegel’i…
Türkiye’de sizce orkestra şefliği geleneği yeterince yerleşik mi?
Orkestra şefliği tüm bir müzik evreninde aslında biraz da ara tür gibidir ve nereye evrileceği hala o kadar da belli değildir. Zaten 19. Yüzyılın başlarına dek, böyle bir mesleğin varlığından bahsetmek bile mümkün değildi. Dolayısıyla eğer Finlandiya gibi bir ülke değilseniz böyle bir gelenekten de bahsedemeyiz. Türkiye’de bu işler çok bireysel ilerliyor, bunu kabul etmek gerekir.
“Dünya’da Yetenekleriyle Dikkat Çeken 20 Türk Genci”nden biri seçildiniz. Sizce başarı ne demek?
Başarı benim için bir süreçtir. O sürece kendinizi ne kadar dahil ettiğinizle doğrudan orantılıdır. Hatta sonuca giden yolda uğruna feda edilen her şeydir. Sürecin sonunda varılan nokta ise bana hep çok sıkıcı ve anlamsız gelmiştir.

Peki eğitiminiz boyunca herhangi bir burstan, destekten, sponsorluktan yararlandınız mı?
Evet. Eğitim hayatımda Bilkent Üniversitesi Okul Bursu ve Sevda Cenap AND Müzik Vakfı Bursu aldım. Çalışmalarım Microsoft tarafından desteklendi. Gerçekleştirdiğim projelerde de kamu ve özel kuruluşlardan çokça destek aldım, alıyorum.
Ve en çok merak edilen sorulardan biri: Bir orkestra şefsiz çalabilir mi? Dünyaca ünlü birçok orkestranın böyle bir yetkinliğe ulaştığı söyleniyor. Örneğin ileride sizin konumunuzu da bir yapay zeka alabilir mi? Yoksa orkestra şefi bir olmazsa olmaz mıdır?
Sorunuza cevabım açık yüreklilikle hayırdır. Orkestralar topyekün şefsiz çalamazlar.
Biliyorum bunun aksini yansıtan muhteşem orkestralar var. Türkiye’de de zaman zaman yapılıyor ve ben bunun özellikle yerleşik orkestralar için tarifsiz iyi sonuçlar verebileceğini düşünüyorum. Yanlış anlaşılmak istemem. Bugün öyle olağanüstü orkestracı büyüklerimiz var ki, şef kolunu kaldırdığı anda notunu verebiliyorlar. Eğer şeften haz etmezlerse tıpkı bir beyaz yakalının ofisteki ilk günü gibi ona acımasızca yaklaşırlar. Özellikle onlara oturup ne yapmaları gerektiğini anlatan şefler bence baştan kaybediyorlar.
Ancak işin sihri orkestrayı normalde yaptığı şeylerden uzaklaştırabilip, yeni bir ufuk açabilecek yolu bulmaktan geçiyor. Bu sayede birlikte müzik yapıyor olmanın güzelliği ortaya çıkıyor. Eğitimden bahsetmiştik: orkestra şeflerinin gerçek eğitmenleri orkestraların kendisidir. Onlardan öğrendiklerimiz o kadar çok ki…
Genç şeflere önerileriniz ne olur? Kendilerini ne yönde geliştirmeliler?
Ben de genç bir şefim. Sadece şunu tavsiye edebilirim; orkestra karşısına çıkmadan çalışmalarınızı yaparken lütfen referans kayıtlarla çalışmayın. Çünkü bu sizi başka birinin performansı üzerine şeflik yapmaya, başka bir şefin temposunu hissetmeye ve liderlik etmek yerine müziği takip etmenize sebep olacaktır. Sonunda kendinizi müziği yönetirken değil, müziğin sizi yönetmeye başladığı noktada bulursunuz. Bir şef notalara baktığında kafasında müziği duymayı öğrenmeli.
Bir orkestra şefi evde nasıl prova yapar? Sonuçta elinizde pratik yapacağınız piyano veya keman yok, sadece bir çubukla yönettiğiniz bir orkestra için evde nasıl bir hazırlık sürecinden geçersiniz?
Bu çok detaylı bir eylem ama “teknik terimlere girmeden” kısaca anlatmaya çalışayım. Bir orkestra şefinin çalışması, bir enstrümancıya göre çok daha zordur. Çünkü enstrümanınız yani orkestranız yanınızda değildir. Biz şeflerin çalışmaları çok özneldir. Dolayısıyla her şef kendi kabiliyetleri doğrultusunda bir yol izler. Elinizde yüzlerce sayfalık bir parttür (yöneteceğiniz eserin notaları) var. Öncelikle o büyük resmi görmek gerekiyor. Ardından yavaş yavaş küçük detaylara geçerek eserin yapısını, derinliğini, entelektüel kimliğini ve onu sanat yapan dinamikleri keşfetmeye çalışıyorum.
Ben genellikle o an incelediğim pasajlar üzerine çalışırken o pasajları şarkılıyorum. Bu sayede bestecinin yazdığı dinamiklere göre nerede nefes alıp verdiğimi öğreniyorum. Çünkü orkestranın karşısına çıktığım zaman, eseri çalarken yüz kişiyle aynı anda ve aynı karakterle nefes alıp vermem gerekiyor.
Vücut dinamikleri için düzenli egzersizler, dik durmayı öğrenmek ve omuzları gevşetmek çok önemli. Kendinizi pozlama şekliniz, yarattığınız sesle doğrudan orantılıdır. Tercihen ne kadar az hareket o kadar iyi şef, o kadar iyi müziktir derim. Bu yüzden de kendimi henüz vasat sayıyorum.
Bunlar dışında provalarda bir şef eğer orkestracılara eser hakkında bir şeyler söylüyorsa, bunun nedenlerini de açıklayabilmeli. Karşınızda olağanüstü kalitede müzisyenler var, ağzınızdan çıkacak her kelimenin doğru sebepleri olmalı.
Bir şef kendisini entelektüel anlamda nasıl beslemeli? Örneğin konserin ana temasını oluşturan bestecilerin yaşadığı dönemi, aralarındaki bağlantıları okumak bir şefi daha farklı kılar mı?
Hayır bence bunlar bir şefi ayrıcalıklı kılan ya da entelektüel anlamda geliştiren şeyler değil. Bilakis zaten var olması gereken şeyler. Bir şefi ayrıcalıklı kılan yegane özellik liderlik vasfı, sorun çözebilme kabiliyeti ve müziği gerçekliğin içinde hayal edebilmesidir.
Türkiye’de sizce orkestra şefliği alanında yeterli bir eğitim söz konusu mu? Daha neler yapılmalı?
Söz konusu değil. Bugün bir orkestra karşısına çıkmadan mezun olmuş diplomalı şeflerin ve eserleri orkestralarca seslendirilmemiş diplomalı bestecilerin sayısı oldukça fazla. Bu konu üzerine kendimce fikirlerim var. Ancak öncelikle konservatuvarların YÖK’ten ayrılması gerekiyor. Aslında akademilerin komple YÖK’ten ayrılması… yok yok, YÖK’ün komple kapatılması gönlümden geçen.
Çok keyifli bir söyleşiydi, çok teşekkürler. Yakın döneme dair projelerinizden de söz edebilir misiniz son olarak?
Şu an Sonbahar’da kayıtları başlayacak yeni bir albüm için bir eser yazmakla meşgulüm. Bunun dışında da yaklaşan bazı konserler var.
Ben teşekkür ediyorum. Nefis bir iş yapıyorsunuz…
Murat Ömür Tuncer hakkında daha fazla bilgi için: https://agofon.com/yonetim-kurulu/uye/murat-omur-tuncer-17
[…] Agora Senfoni Orkestrası daimi şefi Murat Ömür Tuncer: “Orkestra şeflerinin gerçek eğit… […]
BeğenBeğen